Home
Categories
EXPLORE
True Crime
Comedy
Society & Culture
Business
Sports
TV & Film
Health & Fitness
About Us
Contact Us
Copyright
© 2024 PodJoint
00:00 / 00:00
Sign in

or

Don't have an account?
Sign up
Forgot password
https://is1-ssl.mzstatic.com/image/thumb/Podcasts221/v4/53/69/44/53694403-8132-82c2-e9da-e3b7080551ca/mza_14886609150734635446.jpg/600x600bb.jpg
HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
Hakan AKARCALI
285 episodes
22 hours ago
⚠️ İçerikler yapay zekâ tarafından üretilip seslendirilmiştir; hatalar olabilir.
Orijinal kaynaklara başvurmanız her zaman önerilir. ⚠️ Content is generated by artificial intelligence; errors may occur.
It is always recommended to refer to original sources.
Show more...
Society & Culture
RSS
All content for HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works is the property of Hakan AKARCALI and is served directly from their servers with no modification, redirects, or rehosting. The podcast is not affiliated with or endorsed by Podjoint in any way.
⚠️ İçerikler yapay zekâ tarafından üretilip seslendirilmiştir; hatalar olabilir.
Orijinal kaynaklara başvurmanız her zaman önerilir. ⚠️ Content is generated by artificial intelligence; errors may occur.
It is always recommended to refer to original sources.
Show more...
Society & Culture
Episodes (20/285)
HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
📜 İzmir/Smyrna’nın Kökeni, Homeros ve Batı Kültürünün Temelleri-Derleyen Saliha Ünal

Derleyen Arthistory Saliha Ünal:

İzmir’in geçmişi, yalnızca bir şehir tarihi değil, aynı zamanda Batı kültürünün doğduğu toprakların hikâyesidir. Günümüz İzmir’i, adını binlerce yıl önceki Smyrna yerleşiminden alır. Bu adın kökeni, yalnızca bir efsaneye değil, Anadolu’nun en eski medeniyetlerine kadar uzanır. Prof. Ekrem Akurgal, Kültepe tabletlerinde geçen Tismurna adını inceleyerek “Smyrna”nın Anadolu kökenli olduğunu, “Ti” ekinin düşmesiyle M.Ö. XVIII. yüzyıldan beri Smurna biçiminde var olduğunu belirtir. Bu da, İzmir adının yalnızca Yunan değil, çok daha eski, yerli bir geçmişe sahip olduğunu gösterir.

Smyrna adı zamanla farklı dillerde değişime uğramıştır: Fransızca’da Smyrne, İtalyanca’da Smirne, Yunanca’da Smirni biçiminde kullanılmıştır. Efsanelere göre ise bu isim, bir Amazon kraliçesi Smyrna’dan gelmektedir. Ancak bilimsel veriler, İzmir’in Neolitik çağlara uzanan yerleşim tarihini öne çıkarır. Bornova’daki Yeşilova Höyüğü kazılarında bulunan kalıntılar, İzmir’in tarihini M.Ö. 8500’e kadar geri götürmektedir. Bu, Ege kıyısındaki en eski yerleşimlerden biridir.

Bayraklı’daki Tepekule kazıları, M.Ö. 3000’lere ait Athena Tapınağı’nı, parke taşlı yolları ve çok odalı evleriyle İzmir’in Helen öncesi dönemde dahi bir kültür merkezi olduğunu kanıtlar. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender, Kadifekale’de kenti yeniden kurduğunda Smyrna artık bir “şehir efsanesi”dir.

Bu şehrin en büyük siması kuşkusuz Homeros’tur. M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan bu “tanrısal ozan”, Avrupa edebiyatının ve düşüncesinin temelini atan kişidir. Ünlü arkeolog Manfred Osman Korfmann, onu “Avrupa Edebiyatı’nın kurucusu” olarak niteler ve Batı düşüncesinin temellerinin İyonya’da, yani bugünkü İzmir çevresinde atıldığını vurgular. Homeros’un asıl adının Melesigenes olduğu, bunun da “Nehir Tanrısı Meles’in oğlu” anlamına geldiği aktarılır.

Homeros’un iki dev eseri — “İlyada” ve “Odysseia” — yalnızca birer destan değil, aynı zamanda Avrupa’nın “alfabe kitabı” sayılır. Bu yapıtlar, Fenike alfabesinden türetilmiş erken Yunanca ile Anadolu’nun İyonca-Aiolca karışımı bir lehçesinde söylenmiş ve yazıya geçirilmiştir. Yaklaşık 16.000 dizelik İlyada ile 12.000 dizelik Odysseia, yalnızca kahramanlık hikâyeleri değil, insan doğasının, kaderin ve aklın sorgulandığı ilk felsefi metinlerdir.

Homeros, “Gök kubbenin altındaki en güzel şehir” diyerek İzmir’e olan sevgisini dile getirmiştir. Onun insan yaşamını yapraklara benzettiği ünlü dizeleri — “Nasılsa yaprakların soyu, öyledir insanlarınki de...” — çağlar boyunca yankılanmıştır. Filozof Xenophanes, Homeros’un ölümünden iki yüzyıl sonra bile, “Herkes Homeros’u öğrendiği için…” diyerek onun eğitim üzerindeki etkisini belirtmiştir.

Homeros’un yaşadığı kabul edilen yerler, tarih boyunca birer kutsal ziyaretgâh haline gelmiştir. Bornova’daki Homeros Mağaraları, Avrupalı seyyahların uğrak noktasıydı. Fransız diplomat Vikont de Marcellus, burayı “dini bir ziyaret yeri” olarak betimler. Alman gezgin Otto Friedrichs von Richter 1815’te burayı ziyaret etmiş, mağaraları zeytinliklerle çevrili, insan eliyle açılması mümkün olmayan dört doğal dehliz olarak tanımlamıştır.

  1. yüzyılda Lord Byron, Gustave Flaubert, Pierre Loti, Alphonse de Lamartine ve Yunan Kralı Otto gibi birçok ünlü isim, Bornova’daki bu mağaraları ziyaret etmiş; bazıları Homeros’un anısına resimler yapmıştır. Mart 1852 tarihli Magasin Pittoresque dergisi, Bornova’dan “Homeros’un İlyada’yı yazdığı yer” olarak bahseder.

Homeros’un etkisi yalnızca şiirde değil, düşüncede de sürmüştür. İyonya’da gelişen rasyonalizm — yani akılcılık — geleneği, onun yarattığı zihinsel atmosferde yeşermiştir. Batı’da bugün bile liselerde ve üniversitelerde Homeros orijinal Yunanca metinlerinden okutulmakta, onun eserleri “Avrupa kültürünün kaynak kodu” olarak kabul edilmektedir.

İzmir, bu mirasın kalbidir. Yeşilova Höyüğü’nden Kadifekale’ye, Homeros’un dizelerinden Bornova mağaralarına uzanan çizgi, yalnızca bir kentin tarihi değil, aynı zamanda insanlığın belleğidir.

Show more...
22 hours ago
21 minutes 35 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🗡️ Roma İmparatoru Caracalla’nın Anadolu Yılları: Tiranlığın Doğu’ya Yürüyüşü

Roma İmparatoru Caracalla (MS 188–217), tarihin hem en acımasız hem de en saplantılı hükümdarlarından biri olarak bilinir. Ancak onun Anadolu’da geçirdiği dönem, yalnızca kişisel bir çöküşün değil, Roma İmparatorluğu’nun doğuya yönelen kaderinin de simgesidir.

Babası Septimius Severus’un ölümünden sonra kardeşi Geta’yı öldürerek iktidarı tek başına ele geçiren Caracalla, Roma’dan hızla uzaklaştı. Senato’ya güvenini kaybetti, orduya dayandı ve askeri despotizmini Anadolu üzerinden yeniden biçimlendirdi. MS 214’te Trakya üzerinden Anadolu’ya geçtiğinde, artık Batı’nın değil, Doğu’nun hükümdarı olmayı seçmişti.

Caracalla, Büyük İskender’e duyduğu hayranlığı bir devlet ideolojisine dönüştürdü. Anadolu’da, İskender’in anısını diriltmeye adanmış bir propaganda yürüttü. Nikomedia (İzmit) ve Nikaia (İznik) çevresinde kamp kurarak İskender’in Makedon falanksını örnek alan özel bir birlik oluşturdu. Kendi yüzünün yarısı İskender’e benzeyen heykeller yaptırdı; bu yalnızca sanat değil, bir kimlik inşasıydı — “İkinci İskender” olma iddiası.

En dramatik sahne, Truva ziyareti sırasında yaşandı. Homeros’un dizelerine duyduğu hayranlıkla Akhilleus’un mezarında kurbanlar sundu, ardından azatlı kölesi Festus’u “Patroklos’um” diyerek oraya gömdü. Bu sahne, onun artık tarihten çok mitolojiyle konuştuğunun göstergesiydi.

Caracalla’nın Anadolu’daki politikaları, yalnızca askeri değil, düşünsel bir hesaplaşmayı da içeriyordu. Aristoteles’in İskender’in ölümünde rol oynadığına inanarak Aristotelesçi filozoflara zulmetti, akıl yerine tutkuyu, ölçü yerine güç gösterisini yüceltti. Bu dönemde Anadolu kentlerinde dikilen anıtsal heykeller, tiranlığın estetik simgelerine dönüştü.

Caracalla’nın Anadolu’daki varlığı, yaklaşan Parthia (İran) Seferi’nin ön hazırlığıydı. Nikomedia’dan Antakya’ya uzanan hat boyunca ordusunu yeniden düzenledi; Anadolu, Roma’nın Doğu stratejisinin kalbi haline geldi. Ancak sefer başlamadan, MS 217’de Harran yakınlarında (Carrhae) kendi muhafızları tarafından öldürüldü. İskender’in izinden gitme hayali, tam da Doğu’nun eşiğinde son buldu.

Caracalla’nın Anadolu dönemi, Roma tarihinin psikolojik ve coğrafi eksenini değiştirdi.

  • Politik: Roma’nın yönetim ağırlığı Batı’dan Doğu’ya kaydı.

  • Kültürel: Mitoloji, devlet ideolojisinin parçası haline geldi.

  • Askerî: Anadolu, Roma ordularının yeni üssü oldu.

Sonunda Caracalla, yalnızca bir tiran değil, Roma’nın Doğu’ya yönelişini başlatan karanlık simge olarak anıldı. Onun deliliği, imparatorluğun gelecekteki dönüşümünü hazırladı. Tarih, bazen en çılgın saplantıların bile uygarlıkların yönünü değiştirdiğini gösterir. Caracalla’nın Anadolu’su, bunun en çarpıcı örneğidir.

(Kaynaklar: Cassius Dio, Herodian, Historia Augusta, Grant & Southern.)


Show more...
3 weeks ago
19 minutes 46 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🥀 Svetlana Alexievich – İkinci El Zaman: Sovyet Sonrası Sesler

Belaruslu Nobel ödüllü yazar Svetlana Alexievich, Secondhand Time (İkinci El Zaman: The Last of the Soviets, 2013) adlı eserinde, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü resmi tarihin satır aralarından değil, insanların kalplerinden ve mutfaklarından anlatır. Kitap, Stalin sonrası dönemin gölgesinde büyüyen, 1991’de bir sabah uyandığında ülkesi yok olmuş milyonlarca insanın tanıklıklarını bir araya getirir. Alexievich’in amacı, tarih yazmak değil; “insan ruhunun tarihini” kayda geçirmektir.

Sovyetler’in çöküşü, sıradan Ruslar için bir ülkenin değil, bir kimliğin yıkılması anlamına geldi. “Homo sovieticus” denilen insan tipi, ideolojinin yok olmasıyla yönünü kaybetti. Komünizmin sona ermesi, yalnızca bir rejimin değil, bir inanç sisteminin ölümüydü.

Ekonomik açıdan, 1990’ların başı tam bir şok terapisi dönemiydi. Enflasyon yüzde 2600’e fırladı, birikimler bir gecede buharlaştı. Mühendisler pazarcı, profesörler kaloriferci oldu. “Para” artık utanılacak değil, tek saygı duyulan değerdi. Sovyetlerin “eşitlik” ideali, oligarkların saraylarına, çelik kapılar ve taş duvarlarla çevrili malikânelere dönüştü. Artık halk “devrim” değil, “döviz kuru” konuşuyordu.

İdeolojik çöküş ise daha derindi. “Büyük Fikir” kaybolduğunda, insanlar ilk kez özgürlükle ne yapacaklarını bilemedi. Kimi için özgürlük korkusuzluktu, kimi için blue jean ya da VCR. Birçoğu, “Tanrı’yı değil, markaları” keşfetti. Kelimeler kutsallığını yitirdi, yerini eşyalar aldı. Alexievich’in ifadesiyle, “artık insan kitap okumayı değil, başarıyı öğrenmek istiyordu — ama Rus romanları bunu öğretmezdi.”

Toplumsal doku hızla parçalandı. Zenginler ve yoksullar, neredeyse farklı dünyalarda yaşamaya başladı. 1990’lar gangsterler, karaborsa ve sokak çatışmalarıyla anıldı. İnsanlar, “savaşsız bir iç savaşın” kazananları ve kaybedenleri olduklarını fark etti. Diller bile değişti — “voucher”, “şatıl tüccarı”, “döviz koridoru” gibi kelimeler Rusçaya sızdı.

Bireysel hatıralar, bu tarihsel dönüşümün en çıplak aynasıydı. Herkesin kendi “Gorbaçov’u”, kendi “Yeltsin’i” vardı. Kimisi için perestroyka bir umut, kimisi için ihanetti. Bir kadın babasının 1937’de tutuklandığı yılı “hayatımın en mutlu yılı, çünkü âşıktım” diye anlatıyordu. Tarih, kişisel duygularla iç içe geçmişti; aşk, korku ve kayıp aynı cümlede yaşıyordu.

Savaşın ve baskının bıraktığı ruhsal yaralar kuşaklara yayıldı. Kamplardan dönen erkekler konuşmaz, içerek ölürdü. Bazıları tutuklanmadığı için suçluluk duyardı: “Ben niye alınmadım?” Kötülük sıradanlaşmıştı — cellatlar, komşular ve akrabalar arasında yaşıyordu. Travma, intihara kadar uzanıyordu: General Akhromeyev ülkenin çöküşüne dayanamayarak kendini astı; başka bir eski asker, “hayatım bir yalanmış” diyerek kendini yaktı.

Yeni Rusya’da para kutsallaştıkça, eski “küçük adam”ın onuru silindi. İnsanlar artık “iyi bir hayat” ile “büyük ulus” arasında bölünmüş haldeydi. Zengin olanlar bile sarhoşken eski Komsomol şarkılarını söylüyor, “belki Stalin geri gelmeli” diyordu. Doksanların sonunda, özgürlük yorgun bir halk için yeniden demir el özlemine dönüştü.

Yalnızlık, yeni çağın en yaygın duygusu oldu. Herkes “hayatın başka bir yerde sürdüğünü” hissediyordu. Mutfaklarda samizdat okunup votka içilen geceler, artık kimsenin kimseye güvenmediği bir sabaha uyanıyordu. Alexievich’in tanıkları arasında biri şöyle der:

“Komünizm yıkıldığında anladım ki, ben özgür değilim — sadece yalnızım.”

Savaş, baskı ve toplumsal değişim, insan ruhunda kalıcı yaralar açtı. İnsanlar ideallerini gömdü ama anlam arayışını durduramadı. Kiliseler yeniden doldu; inanç, çoğu için bir teselli değil, bir yas mekânı haline geldi. Alexievich’in “ikinci el zaman” dediği şey, tam da bu:
Artık ne geçmiş tamamen ölü, ne de gelecek gerçekten doğmuştu. Sovyet sonrası Rusya, iki çağ arasında sıkışmış bir insanlığın yankısıydı.

Show more...
3 weeks ago
16 minutes 37 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🇹🇷 Vasilis Dimitriadis: Bir Evin Hikayesi

Vasilis Dimitriadis – Bir Evin Hikayesi: Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler

Vasilis Dimitriadis, Osmanlı arşiv belgelerinin düzenlenmesi ve araştırmalara kazandırılması konusundaki titiz çalışmalarıyla tanınan bir tarihçidir. 1931’de Komotini’de doğan Dimitriadis, 1954’te Selanik Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nden mezun olmuş, bir yıl sonra Makedonya Tarih Arşivi’nin müdürlüğüne atanmıştır. Londra Üniversitesi SOAS’ta Prof. V.L. Menage’ın öğrencisi olarak Osmanlı paleografyası eğitimi almış, 1972’de “Evliya Çelebi’ye Göre Orta ve Batı Makedonya” adlı teziyle doktor unvanını kazanmıştır. 1984’te Girit Üniversitesi Türk Etütleri Profesörlüğü’ne seçilmiş, 2000’de emekli olana dek Osmanlı tarihi dersleri vermiştir. Aynı zamanda Akdeniz Etütleri Enstitüsü’nün kurucu üyelerindendir.

Dimitriadis’in kariyeri boyunca yürüttüğü en önemli görevlerden biri, Yunanistan genelindeki Osmanlı arşiv malzemesinin tasnif edilmesi ve korunmasıdır. Makedonya Arşivi’ndeki 4.000’i aşkın defterin düzenlenmesini sağlamış, Aynaroz ve Girit’teki Osmanlı belgelerini kurtarmıştır. 1983 tarihli Topography of Thessaloniki during the Turkokratia (1430–1912) adlı eseriyle Atina Akademisi ödülüne layık görülmüştür.

Ancak Dimitriadis’in en dikkat çekici çalışması, Bir Evin Hikayesi adlı kitabıdır. Bu eser, Mustafa Kemal Atatürk’ün ailesinin Selanik’teki “Pembe Ev” olarak bilinen mülkü üzerine yürütülmüş benzersiz bir arşiv araştırmasıdır. Yazar, 80’i aşkın Osmanlıca ve 16 Yunanca belgeyi inceleyerek, evin mülkiyetine dair tartışmalara ışık tutmuştur.

Belgelere göre, evin ilk sahibi Ferhad oğlu İskender’dir. Ali Rıza Efendi, 1877’de evin büyük hissesini Hatice Zarife’den, Zübeyde Hanım ise kalan kısmını 1878’de Yusuf Efendi’den satın almıştır. 1883 tarihli mahkeme ilamı, evin iki bölüme ayrılarak genişletildiğini; bir kısmın Ali Rıza, diğer kısmın Zübeyde Hanım adına tescil edildiğini gösterir. 1887’de Ali Rıza’nın vefatıyla mülk tamamen Zübeyde Hanım’a kalmış, 1888’de ekonomik sıkıntılar nedeniyle küçük ev satılmış, ancak Pembe Ev mülk olarak korunmuştur.

1912’de Selanik’in Yunan yönetimine geçmesiyle, ev “terk edilmiş Türk malı” statüsüne alınmıştır. 1917 tarihli bilirkişi raporu, evin üç meskenden oluştuğunu ve sahibinin Zübeyde Hanım olduğunu belirtir. 1924’te yapılan kayıtlar, mülkün 144 metrekarelik bir alanda üç katlı bir yapı olduğunu doğrular. 1930’da ev Serafımidu ailesine, 1936’da Selanik Belediyesi’ne geçmiş, ertesi yıl Türk milletine armağan edilmiştir. 1951’de müzeye dönüştürülen yapı, bugün Selanik’teki Türk Konsolosluğu arazisinde yer almakta ve Atatürk’ün doğduğu ev olarak kabul edilmektedir.

Dimitriadis, kitabında resmî anlatılardaki çelişkilere de dikkat çeker. Uzun yıllar boyunca evin kiralık olduğu ileri sürülmüş, hatta 2000’li yıllarda bile “Atatürk ailesinin kiracı olduğu” iddiası yinelenmiştir. Ancak Osmanlı tapu ve vergi kayıtları, evin 1878’den itibaren aile mülkü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dimitriadis, bazı belgelerde “erkân-ı harb kolağası Mustafa Kemal Bey” adına yapılan yanlış kayıtların kafa karışıklığına yol açtığını, fakat bu hataların sonradan düzeltilmiş olduğunu belirtir.

Doğum yeri tartışması da kitapta ele alınır. Bazı yazarlar Mustafa Kemal’in Pembe Ev yerine başka bir evde doğduğunu veya Langadas’taki Sarıger köyünde dünyaya geldiğini ileri sürmüştür. Ancak Dimitriadis, belgelerin ve 19. yüzyıl sonu vergi kayıtlarının Pembe Ev’i Mustafa Kemal’in çocukluk evi olarak doğruladığını savunur.

Sonuç olarak Bir Evin Hikayesi, Atatürk’ün ailesine ve Selanik’teki mülküne dair en kapsamlı belge incelemesini sunar. Dimitriadis’in çalışması yalnızca bir evin hikayesini değil, Osmanlı arşiv sisteminin güvenilirliğini ve tarihî mirasın nasıl siyasallaştırıldığını da gözler önüne serer.

Show more...
3 weeks ago
30 minutes 53 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🕌 Üsküdar'ın Kayıp ve Mevcut Sarayları

Kemal Kahraman'ın kaleme aldığı "Üsküdar’ın Kayıp Sarayları" başlıklı makale, Üsküdar'ın Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki zengin saray kültürünü ve yerleşimindeki stratejik önemini kapsamlı bir şekilde inceliyor. Üsküdar'ın, eski İstanbul'a yakınlığı, ulaşım kolaylığı ve temiz havası sayesinde hanedanlar ve varlıklı kesimler için gözde bir yerleşim yeri olduğunu belirten makale, günümüze ulaşan ve kaybolan sarayların izini sürüyor.

Üsküdar, Osmanlı İmparatorluğu'nda sıradan bir yerleşim yeri olmanın ötesinde, özel bir statüye sahipti. Türkler tarafından İstanbul'dan yaklaşık yüz yıl önce yurt edinilen bu bölge, zamanla İstanbul'u seyretme ayrıcalığına sahip, karşı yakada yer alan mütevazı ancak seçkin bir beldeye dönüştü.

Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâmesi'nde bahsedilen irili ufaklı 42 saray yapısı, bölgenin saray kültürü açısından ne kadar yoğun olduğunu gözler önüne seriyor. Bu yapılar arasında doğrudan saltanat makamına ait sarayların yanı sıra, padişah kızları için inşa edilen "sultan" sarayları, vezir, âlim ve ileri gelenlerin konakları da yer alıyordu. Üsküdar, padişahın ve ailesinin saltanat kayıklarıyla yaptığı "göç-ü hümâyûn" törenlerine de ev sahipliği yaparak hareketli ve bereketli bir atmosfere sahipti.

Makale, Üsküdar'ın tarihi saraylarının mimari özelliklerinin ve işlevlerinin zamanla nasıl değiştiğini detaylıca anlatıyor. Erken dönemde inşa edilen birçok saray, ahşap esaslı olmaları nedeniyle yangınlar ve zamanla terk edilmeleri sonucu yok olmuştur. Bunların en önemlileri şunlardır:

  • Üsküdar Sarayı (Kavak Sarayı): Fatih Sultan Mehmed döneminde başlayan bu kompleks, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yazlık saray olarak yaptırılmıştır. Duvarları porselen çinilerle kaplı, yüksek ve görkemli bir yapı topluluğuydu. Ancak 18. yüzyıl sonlarında eski işlevini kaybetmiş, harabeye dönmüş ve Sultan III. Selim tarafından yıktırılarak yerine Selimiye Kışlası inşa edilmiştir.

  • Şerefâbâd Sahil Saray-ı Hümâyûnu: Sultan III. Murad tarafından yaptırılan ve Nedim'in beyitlerinde dahi övgüyle bahsedilen bu kasır, padişahların biniş yeri olarak kullanılıyordu. Günümüze ulaşmasa da, saraya su getiren maksim gibi izleri halen ayaktadır.

  • Eski Beylerbeyi Sarayı (Ahşap Saray): Sultan II. Mahmud döneminde Kirkor Amira Balyan tarafından inşa edilen bu ahşap yapı, "Boğaz’daki en şık yapı" olarak tanımlanıyordu. Ne var ki, 1851'deki yangında büyük hasar görünce "uğursuz" kabul edilerek yıktırılmıştır.

Bu kayıp yapıların izleri, Kemal Kahraman'ın da belirttiği gibi, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Batılı seyyahların gravürleri (Du Loir, Joseph Grelot) ve Osmanlı arşiv belgeleri gibi çeşitli birincil kaynaklardan edinilen bilgilerle aydınlatılıyor.

Günümüze ulaşan ve Üsküdar'ın siluetini süslemeye devam eden en önemli yapılar ise şunlardır:

  • Beylerbeyi Sarayı: 1863-1865 yılları arasında Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan'a, yanan ahşap sarayın yerine yaptırılmıştır. Neo-Barok dış mimarisi ve geleneksel Türk evi planını birleştiren iç yapısıyla, Batılılaşma dönemi Osmanlı saray mimarisinin en güzel örneklerindendir. Bugün devlet misafirhanesi ve müze olarak kullanılmaktadır.

  • Küçüksu Kasrı: Sultan I. Mahmud döneminde inşa edilen ahşap kasrın yerine, Sultan Abdülmecid tarafından 1856'da yaptırılan kâgir yapıdır. Hassa mimarı Nikogos Balyan tarafından inşa edilen bu kasır, padişahların Boğaz'daki biniş kasrı işlevini sürdürmüştür. Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.

Sonuç olarak, "Üsküdar’ın Kayıp Sarayları", Üsküdar'ın Osmanlı İmparatorluğu'nda hem stratejik bir yerleşim hem de kendine özgü bir kültürel ve manevi merkez olduğunu gözler önüne seriyor. Makale, kaybolan sarayların tarihe tanıklık eden izlerini sürmeye devam ederken, günümüze ulaşan yapıların da Üsküdar'ın zengin geçmişini yansıttığını vurguluyor.

Üsküdar'ın Osmanlı'daki Özel Yeri ve Saray KültürüKayıp ve Mevcut Sarayların HikayesiKültürel ve Manevi Atmosfer

Show more...
4 weeks ago
27 minutes 3 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🚬 Osmanlı Suriye’sinde Tütün ve Sosyal Yaşam (1600–1900): James Grehan’ın Perspektifinden Bir Analiz

James Grehan’ın çalışması, Osmanlı Orta Doğusu’nda tütünün yalnızca bir keyif maddesi değil, sosyal yapıyı ve gündelik yaşamı dönüştüren kültürel bir güç olduğunu gösterir. Grehan’a göre tütün, 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı şehirlerinde kamusal alanın yeniden tanımlanmasına yol açmış; bireysellik, sosyalleşme ve modern tüketim biçimlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

Tütün, Osmanlı dünyasına 16. yüzyılın sonlarında girdiğinde kısa sürede tüm toplumsal katmanlara yayıldı. Başlangıçta elit kesimlerin lüks tüketimi iken, 18. yüzyıla gelindiğinde köylü, zanaatkâr, asker ve kadınlar arasında da sıradan bir alışkanlık haline geldi.
Grehan, bu durumu “tütünün demokratikleşmesi” olarak nitelendirir — çünkü duman, sınıf, cinsiyet ve statü sınırlarını bulanıklaştırmıştı.

Tütünün yayılmasına karşı çıkan ulema ve yöneticiler, onu yalnızca sağlık veya ahlak meselesi olarak değil, toplumsal düzenin denetimi açısından tehdit olarak görüyordu.
IV. Murad dönemindeki yasaklar (1630’lar) bu korkunun bir yansımasıydı: kahvehaneler ve meyhaneler, sadece keyif mekânları değil, fikirlerin dolaştığı ve otoritenin gözünden uzak alanlardı.
Grehan’a göre bu yasaklar, Osmanlı’da kamusal alanın nasıl kontrol edilmek istendiğini anlamak için önemli bir pencere açar: tütün, “itaatsiz sosyalliğin” simgesidir.

Tütün, kahveyle birleşince yeni bir sosyalleşme ekosistemi yarattı. Kahvehaneler, Grehan’ın ifadesiyle “sözün, dumanın ve bekleyişin mekânı”na dönüştü. Burada insanlar gündemi tartışıyor, haber alıyor, mizah ve dedikodu yoluyla kolektif bir bilinç geliştiriyordu.
Nargile ise sabit mekânlarda uzun süreli sosyalleşmenin aracıydı — bu da Osmanlı şehir kültürünün “yavaş zamanı”nı temsil ediyordu.

Bu yeni sosyallik, Grehan’a göre modern kamusal alanın erken biçimi olarak okunabilir: bireyler devletin resmi gözetimi dışında bir araya geliyor, gündelik hayatın anlamını yeniden üretiyordu.

Tütünün yaygınlaşmasıyla birlikte kadınların da bu kültüre dahil olması, toplumsal cinsiyet sınırlarını gevşetti. Özellikle Şam ve Halep gibi şehirlerde kadınların evlerinde veya hamamlarda tütün içmesi, dönemin ahlak söylemlerinde “bozulma” olarak nitelense de, aslında kamusal görünürlüğün artışını temsil ediyordu.
Grehan, bu durumu Osmanlı modernleşmesinin “duygusal ve bedensel özgürlük” boyutuyla ilişkilendirir.

Grehan’ın yaklaşımı, tütünün sadece sosyolojik değil, duyusal bir devrim yarattığını öne sürer.
Duman, tat, koku ve ritüel birleşimi, Osmanlı insanının bedeniyle ve hazla kurduğu ilişkiyi dönüştürdü. Bu, İslam dünyasında uzun süre bastırılmış olan “duyusal deneyim” alanının yeniden canlanması anlamına geliyordu.
Tütün, bu yönüyle modern öznenin doğuşunda sessiz ama kalıcı bir rol oynadı.

  1. ve 19. yüzyıllarda tütün, Osmanlı maliyesinin de vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Vergilendirilmesiyle birlikte devlet, daha önce “günah” olarak gördüğü bir alışkanlığı resmen meşrulaştırdı.
    Grehan, bu dönüşümü “ahlaki yasaklardan mali rasyonaliteye geçiş” olarak tanımlar. Yani devletin bakışında, günahın yerini gelir aldı.

James Grehan’ın analizi, tütünün Osmanlı Orta Doğu’sunda toplumsal değişimin güçlü bir göstergesi olduğunu ortaya koyar.
Tütün, sadece bir zevk nesnesi değil, yeni bir sosyallik biçiminin, bireyselliğin ve kamusal özgürlüğün doğuşunu temsil eder.
Bugün dumanı hâlâ tüten nargileler ve kahvehaneler, aslında o dönemin “erken modern” mirasının yaşayan kalıntılarıdır.

Grehan’ın makalesi, Osmanlı toplumunu “siyaset ve din” ikilisinin ötesinde, beden, haz ve gündelik yaşam üzerinden okuma cesaretiyle dikkat çeker. Bu yönüyle çalışma, hem tarih yazımı hem de kültürel analiz açısından bir dönüm noktası niteliğindedir.


Show more...
4 weeks ago
29 minutes 44 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🕵️ Gizli Savaşlar: İngiliz İstihbaratı, Teşkilat-ı Mahsusa ve Mustafa Kemal

Yazar: Prof. Dr. Sait Yılmaz

Birinci Dünya Savaşı, yalnızca cephelerde top seslerinin değil, aynı zamanda gölgelerde yürütülen zihin savaşlarının çağıydı. “Gizli Savaşlar”, bu görünmeyen cephede İngiliz istihbaratı ile Osmanlı’nın gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa arasındaki ölümcül mücadeleyi ve bu savaşın Mustafa Kemal’in liderliğine uzanan etkilerini inceliyor.

İngiltere, 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı’ya desteğini çekmiş, imparatorluğu “yumuşak karnından” vurmak için casusluk ağlarını devreye sokmuştu. Amaç, Osmanlı’yı içeriden çözmek, petrol gibi stratejik kaynakları kontrol altına almak ve Alman etkisini kırmaktı. Bu strateji; diplomasi, din, etnik milliyetçilik ve bilim kılıfındaki ajan faaliyetleriyle yürütüldü. Arkeolog kisvesiyle bölgeye gönderilen T. E. Lawrence, Gertrude Bell ve David Hogarth, hem etnografik hem stratejik haritalar çizerek modern Ortadoğu’nun sınırlarını hazırladılar.

1905’te petrolün stratejik önemi kavranınca, İngiliz istihbaratı bölgeyi tamamen hedef tahtasına oturttu. 1916’da Kahire’de kurulan Arap Bürosu, Şerif Hüseyin önderliğinde Arap isyanını örgütledi; Osmanlı ordusunun içinden bilgi toplayan Arap subayları İngilizlere kritik istihbarat sağladı. McMahon–Hüseyin yazışmaları, Sykes–Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu gibi belgeler, İngiliz istihbaratının masa başındaki savaşının belgeleriydi.

Osmanlı tarafında ise Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa’nın önderliğinde 1913’te sahneye çıktı. Bu gizli teşkilat, hem devletin hem de milletin son savunma hattıydı. Kuruluş amacı; Arap ayrılıkçılığına, Batı emperyalizmine ve Osmanlı topraklarının parçalanmasına karşı koymaktı. 30 bine yaklaşan üyesiyle Batı tarzı bir gizli servis gibi örgütlenmişti: hücre sistemi, gizli bütçe, bölge sorumluları ve örtülü operasyon yapısı vardı. Trablusgarp’tan Kafkasya’ya, Süveyş’ten Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyada faaliyet yürüttü.

Yine de teşkilat, kahramanlık kadar kaotik bir miras da bıraktı. Irak Cephesi’nde Süleyman Askeri Bey’in kuvvetleri 1915’te ağır yenilgi aldı. Süveyş Kanalı harekâtı başarısız oldu; Mısır’da beklenen isyan çıkmadı. Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’in ihanetini raporlayan teşkilat uyarılarını dikkate almadı. Sonuç: Osmanlı, Hicaz’da kendi müttefiki tarafından arkadan vuruldu. Ancak aynı dönemde Teşkilat-ı Mahsusa’nın Trablusgarp ve Bingazi’de yürüttüğü gayrinizami harp operasyonları, İngiliz ve İtalyan kuvvetlerine karşı etkili başarılar getirdi. Sina’da 14 bin deve toplayarak ordunun lojistik altyapısını sağlaması, örgütün sahadaki kapasitesini kanıtladı.

Mondros Mütarekesi’nden sonra teşkilat resmen dağıtıldı ama ruhu Anadolu’ya geçti. Eski üyeleri, Karakol Cemiyeti ve benzeri gizli hücrelerle silah ve bilgi kaçakçılığı yaparak Kurtuluş Savaşı’nın istihbarat omurgasını kurdu. Bazı kaynaklara göre Mustafa Kemal Paşa, Trablusgarp yıllarında bu örgütle yakın çalışmış ve 34 numaralı üye olarak kaydedilmişti. Bu bağlantı, yeni Türk devletinin istihbarat geleneğinin köklerini doğrudan Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlar.

İngiliz istihbaratı rasyonel, kurumsal ve küresel bir ağ kurarken; Teşkilat-ı Mahsusa, inanç, sadakat ve vatanperverlik üzerine kurulmuş, doğaçlama bir direniş örgütüydü. Biri bilimle, diğeri idealizmle savaştı. Bu iki kutbun çatışması yalnızca Osmanlı’nın sonunu değil, Ortadoğu’nun bugünkü haritasını ve Türkiye’nin devlet aklını da şekillendirdi.

Prof. Dr. Sait Yılmaz, bu eserinde tarihsel belgeleri, saha raporlarını ve arşiv notlarını bir araya getirerek istihbaratın yalnızca “gizli bilgi” değil, bir ulusun kaderini belirleyen en güçlü silah olduğunu gözler önüne seriyor.
“Gizli Savaşlar”, geçmişin karanlık dosyalarını açarken, bugünün jeopolitik gerçeklerine de ışık tutuyor: İstihbarat, görünmeyen savaşların en keskin cephesidir.

Show more...
4 weeks ago
27 minutes 27 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
Türkiye's Fisheries Crisis: Ecology, Economy, and Management

Prof. Dr. Mustafa Sarı's study, titled “Fishing: Problems, Proposed Solutions, and Management in Türkiye,” clearly outlines the structural, economic, and environmental problems facing Turkish fishing. This academic excerpt delivers a stark analysis of the dire ecological, economic, and management woes plaguing Turkish fisheries, urging a profound overhaul. Key threats include overbuilt fleets, soaring costs, rampant illegal fishing, and pollution spikes like mucilage blooms. Misguided subsidies and legal gaps jeopardize stocks, biodiversity, and coastal livelihoods. The text proposes a phased roadmap—from swift bans on juvenile catches and bolstered patrols to embracing Ecosystem-Based Fisheries Management (EAF)—to forestall marine collapse.Systemic and Structural Failures Driving the Crisis

Türkiye's fisheries teeter on unsustainable edges due to intertwined governance lapses, economic distortions, capacity overloads, and enforcement voids.

Excess capacity looms largest: fleets balloon despite license caps, fueled by shipyard output and upgrades yielding bigger boats, vast nets, and advanced sonar. This amplifies harvest beyond renewal rates.

Economic traps deepen the rift. Subsidies perversely spur expansion, ignoring sustainability rewards. Soaring fuel, gear, and labor costs trap fishers in debt spirals, breeding a desperate "grab-now" ethos that overtaxes seas.

Governance falters on reactive footing, clinging to species silos over EAF's holistic weave of stocks, habitats, pressures, and climate. Oversight bodies are understaffed and ill-equipped for inspections, lacking tech and know-how. Absent co-management, fisher guilds, locals, and scientists sit sidelined, with monopolies stifling input.

Legal snarls breed chaos: laws clash with decrees, carving loopholes—like Marmara's algarna trawling amid trawler bans. Scant patrols and limp penalties let illegal, unreported, unregulated (IUU) fishing flourish unchecked.

Ecologically, seas choke on coastal dumps, factory runoff, and sewage, birthing mucilage alarms in Marmara. Short-sighted aquaculture devours juvenile forage from Black Sea hauls, gutting the food web's base—"no small fish, no big fish."

Coastal fragility compounds woes: fishing-dependent towns face poverty, unrest, and exodus sans alternatives, goading illicit acts.

Solutions pivot to proactive, ecosystem-wide stewardship, easing overcapacity, pollution, crashes, costs, and community strains via urgent, short-medium, and medium-long strides.

Immediate Interventions target halt-points for devastation and deterrence. Emergency curbs shield Bosphorus-Marmara corridors, granting habitats recovery. Bans end juvenile transport to aquaculture pens, safeguarding web foundations biologically, not just fiscally. Mobile squads with drones and port sweeps curb poaching, bolstering legal operators. Conditional aid—gear swaps, buybacks—eases debt sans fueling fleets, trimming pressure directly.

Short-Medium Reforms fortify institutions and incentives. Vessel trackers and inspections quash IUU, hiking compliance. Pingers and training slash dolphin bycatch, upholding biodiversity. License redemptions downsize fleets, cutting costs and loads. Law harmonization seals gaps, axing Marmara trawler exemptions.

Medium-Long Transformations rebuild resilience. EAF embeds holistic safeguards against collapse, blending stocks, habitats, and climate. Co-management dissolves guild monopolies, weaving fishers, officials, and experts for grounded decisions. Traceability certifications and eco-preferences secure markets and public buys, tracing safe foods. Livelihood pivots—ecotourism, seagrass revivals, small ventures—buffer poverty, curbing fishing reliance and illegality. Beefed research yields stock checks and data hubs for adaptive policy.

Swift penalties and enforcement underscore urgency: seas brook no delays, lest policy voids doom services and heritage irretrievably.

Phased Actions to Tackle Ecological and Socioeconomic Perils

Show more...
1 month ago
12 minutes 8 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
Türkiye'nin Balıkçılık Krizi: Sorunlar, Çözüm Önerileri ve Yönetimsel Açmazlar

Prof. Dr. Mustafa Sarı’nın “Balıkçılık: Sorunlar, Çözüm Önerileri ve Yönetim” başlıklı çalışması, Türkiye balıkçılığının içinde bulunduğu çok yönlü krizi ve bu krizden çıkış yollarını bütüncül bir yaklaşımla ele almaktadır. Eser, ekolojik, ekonomik ve yönetimsel sorunların birbiriyle olan derin bağını ortaya koyarak sektörde köklü bir dönüşümün kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadır.

Krizi Tetikleyen Sistematik Sorunlar

Çalışmaya göre Türkiye balıkçılığını sürdürülemez bir noktaya getiren kriz, birbiriyle ilişkili sorunlar zincirinden oluşmaktadır.

  • Yapısal ve Ekonomik Baskılar: Krizin temelinde, denizlerin biyolojik kapasitesini katbekat aşan avlanma filosu yer almaktadır. Sürdürülebilirliği değil, filo genişlemesini teşvik eden yanlış yapılandırılmış sübvansiyonlar, bu aşırı kapasiteyi körüklemektedir. Artan işletme maliyetleri (yakıt, malzeme) balıkçıları bir borç sarmalına sokmakta ve bu durum, kaynakların "kısa vadeli kazanç" odağıyla hızla tüketilmesine neden olmaktadır.

  • Yönetimsel Zafiyetler: Mevcut yönetim anlayışı, ekosistemi bir bütün olarak gören proaktif bir yaklaşımdan yoksundur. Bunun yerine, kriz anlarına tepki veren ve sadece belirli türlere odaklanan dar kapsamlı bir politika izlenmektedir. Yasa dışı, bildirilmemiş ve düzenlenmemiş (IUU) avcılıkla mücadelede denetim mekanizmaları yetersiz kalmakta; balıkçı loncaları, yerel yönetimler ve bilim insanlarını dışlayan merkeziyetçi karar alma yapısı, ortak akla dayalı çözümleri engellemektedir.

  • Ekolojik ve Sosyal Yıkım: Kıyıların kirlilik, sanayi atıkları ve plansız yapılaşma ile tahrip edilmesi, balıkların üreme ve beslenme alanlarını yok etmektedir. Marmara Denizi’ndeki müsilaj felaketi, bu ekolojik yıkımın en somut göstergesidir. Eş zamanlı olarak, azalan balık stokları, geçimini tamamen denize bağlamış kıyı topluluklarında yoksulluk, sosyal gerilim ve göç gibi sorunları tetikleyerek krizi daha da derinleştirmektedir.

Çözüm İçin Aşamalı Yol Haritası

Sarı, bu karmaşık krize karşı reaktif önlemlerin yetersiz kalacağını belirterek, üç aşamalı, proaktif ve bütüncül bir eylem planı önermektedir:

1. Acil Önlemler (Yıkımı Durdurma):İlk olarak, ekolojik yıkımı yavaşlatmak amacıyla kritik göç yollarında (İstanbul Boğazı vb.) avcılığın kısıtlanması, yavru balık avı ve nakliyesinin tamamen yasaklanması ve denetimlerin teknoloji destekli olarak (drone, liman kontrolü) sıkılaştırılması hedeflenir.

2. Kısa-Orta Vadeli Reformlar (Sistemi Onarma):Bu aşamada, yasalardaki çelişkilerin giderilmesi, filo kapasitesini düşürecek tekne geri alım programlarının uygulanması, sübvansiyonların sürdürülebilirlik odaklı hale getirilmesi ve yerel halkın katılımıyla Deniz Koruma Alanları (DKA) oluşturulması gibi kurumsal reformlar öngörülür.

3. Uzun Vadeli Dönüşüm (Dirençli Gelecek İnşası):Nihai hedef, Ekosistem Tabanlı Balıkçılık Yönetimi (EAF) modelini tam anlamıyla benimsemektir. Balıkçılığı iklim değişikliği, kirlilik ve habitat etkileşimleri gibi tüm değişkenleri dikkate alarak yöneten bu modele, tüm paydaşların (balıkçılar, bilim insanları, yerel yönetimler) karar süreçlerine katıldığı ortak yönetim anlayışı ve kıyı toplulukları için alternatif geçim kaynaklarının (ekoturizm, onarıcı su ürünleri yetiştiriciliği vb.) geliştirilmesi eşlik etmelidir.

Çalışmanın da net bir şekilde vurguladığı gibi, deniz ekosistemlerinin bekleyecek vakti kalmamıştır. Atılacak kararlı ve bilimsel temelli adımlar, Türkiye'nin deniz mirasının geleceği için hayati önem taşımaktadır.

Show more...
1 month ago
31 minutes 3 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🌳 Türk Dillerinin Kökeni ve Sibirya'daki Gelişimi

Rus araştırmacı V. Egorov, “Dünyada Neden Bu Kadar Çok Dil Var” adlı makalesinde, dillerin kökenini toplulukların coğrafi ayrışmasına bağlar: Bir kabilenin bir kısmı göç ettiğinde, dilsel izolasyon sonucu önce lehçeler, ardından yeni diller oluşur. Her yeni yerleşim, yeni bir dili doğurur. Yakın yaşayan toplulukların dilleri birbirine benzer, uzaklarınki farklılaşır.

Alman bilim insanı K. G. Menges, “İgor’un Seferinin Hikayesi’nde Doğu Unsurları” adlı eserinde, eski Türk proto-dilinin ortak kelime dağarcığını belirler: akrabalık terimleri, evcil hayvan adları, temel sayılar, güneş, ay, yıldız, yeme-içme, tarım gibi yaşamın öz terimleri. Zamanla bu gruplar dağılıp yeniden birleşerek farklı Türk dillerini oluşturmuştur. Yeni terimler ya yerleşilen topraklarda yaratılmış ya da komşu halklardan ödünç alınmıştır.

Lev Uspensky, eski kabilelerin sürekli göç ettiğini, iletişim kesilince dillerin ayrıldığını anlatır. Her kabile parçası kendi koşullarına uygun yeni kelimeler icat eder. Böylece lehçeler farklılaşır, zamanla anlaşılmaz hale gelir. Ancak her dil, derinlerinde atalarının izlerini taşır. Dillerin birleşiminden “üçüncü bir dil” doğmaz; biri diğerini asimile eder.

Türk halklarının geçmişine baktığımızda, çağ ne kadar eskiyse Türk dilleri arasındaki benzerlik o kadar fazladır. Bir zamanlar tüm Türklerin konuştuğu ortak bir proto-Türk dili vardı. Zamanla boylar ayrılıp yeni coğrafyalara göçtü; yerli halklarla karışarak yeni Türk dillerini doğurdu. Bu süreçte bölgesel kelime dağarcıkları –örneğin Sibirya Türkçesi– gelişti.

Sibirya Türklerinin (Saha, Altay, Tuvan, Tofa, Hakas, Şor) dillerinde eski Türkçede bulunmayan, bölgeye özgü kelimeler yer aldı. Bu kelimeler, tayga yaşamına ait yeni deneyimleri anlatmak için yaratıldı veya yerli halklardan ödünç alındı. Örneğin L. V. Melnikova, “Tofs: Tarihsel ve Etnografik Deneme” adlı eserinde “Aza” (alt dünyanın ruhu), “Argish” (geyik kervanı), “Ayak” (hamur kabı) gibi özgün Tofa kelimelerini listeler. Şor ve Hakas dillerinde de doğaya, avcılığa ve gündelik yaşama özgü benzer yerel terimler gelişmiştir.

Rus araştırmacılar T. A. Shishkina ve M. I. Streltsova, “Sibirya’nın Etnolinguistik Alanı” makalesinde, Sibirya’daki Rus yerleşimcilerle yerli halkların karşılıklı kelime alışverişini inceler. Rusça, avcılık ve balıkçılıkla ilgili bazı Türkçe kelimeler almıştır; ancak temas sınırlı kalmıştır.

L. P. Potapov, eski Türk göçebelerinin bir kısmının dağ taygasına yerleşip yerli halklarla karıştığını, avcılık kültürünü benimseyip dil ve yaşam biçimlerinde değişim yaşadığını belirtir.

Türkolog V. I. Rassadin, Türk halklarının Sibirya’ya sonradan geldiğini, yerli Keto ve Samoyed dilleriyle karışarak kendine özgü fonetik ve söz varlıkları geliştirdiğini açıklar. Tofalar dili bunun tipik örneğidir: Türkçe kökenli kelimelere Moğolca, Buryatça, Samoyedce, Rusça etkiler karışmıştır. Bu, Tofalarların başlangıçta Türkçe konuşmadığını, sonradan Türkleştiğini gösterir.

A. M. Khazanov ise ren geyiği yetiştiriciliğinin Samoyed kökenli olduğunu, ancak Türk halklarının baskısıyla kuzeye taşındığını savunur. Bu da, Avrasya’daki kültürel etkileşimin çok yönlü doğasına işaret eder.

Sonuç olarak, Altay’ın tüm Türk halklarının tek atayurdu olduğu görüşü bilimsel olarak geçerli değildir. Ne Orhon-Yenisey yazıtlarında ne de Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde Sibirya’ya özgü bitki, hayvan veya kültürel kelimeler bulunur. Bu terimler yalnızca Sibirya Türk halklarının (Saha, Tuvan, Hakas, Tofa, Şor) söz varlığında vardır. Buna karşın “Batı Türk dilleri” (Türkçe, Azerice, Kazakça, Özbekçe vb.) bu alansal kelimeleri içermez.

Dil, bir halkın tarihsel yolculuğunun canlı arşividir. Türk dilleri de, göçlerin, karışımların ve yeni coğrafyalara uyumun binlerce yıllık yankısıdır — tıpkı dillerin kendisi gibi, hiç durmadan evrilir, ama köklerinden asla tam kopmaz.

Show more...
1 month ago
19 minutes 10 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
Boğazların Yardım Çığlığı: Endüstriyel Balık Avcılığı Sorunu

Deniz ve Balıkçılık Bilimcisi Nezih Bilecik in "İstanbul ve Çanakkale boğazları ile ağızlarına yasaklama getirilmesi üzerine önlemler paketi" ve "Mantıktan Yoksun Ülkesel Balıkçılık Yönetimi " isimli makaleleri üzerinde derinlemesine bir inceleme: Nezih Bilecik’in makaleleri, Türkiye’deki sucul canlı kaynakların yönetiminde süregelen bilim dışı ve mantıksız uygulamaları sert biçimde eleştirir. Yazar, merkezi otoritenin —yani Tarım ve Orman Bakanlığı ile bağlı genel müdürlüklerin— politikalarını “bilimsel değil, siyasal güdümlü” olarak tanımlar. Ona göre bu yönetim anlayışı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında kontrolsüz endüstriyel avcılığa (özellikle gırgır balıkçılığına) izin vererek biyolojik koridorların tahribine ve ekosistemlerin çöküşüne neden olmaktadır.Bilecik’e göre, bilimin özü mantıktır; gözleme, ölçüme ve neden-sonuç ilişkisine dayanır. Ancak Türkiye’de balıkçılık yönetimi bu temel ilkelerden tamamen kopmuştur. Merkezi otorite, “doğru düşünme sanatı” olarak tanımlanan mantığı bir kenara bırakmış, kaynakların gerçek büyüklüğünü dahi bilimsel olarak belirleyememiştir. Bilim yuvalarından mezun olmuş bürokratların, bilimin gerektirdiği ölçüm ve akıl yürütmeden uzaklaşması, yazarın deyimiyle “bilim dışılığa tutsaklık”tır. Yasa, tebliğ ve yönetmelikler arasında yaşanan çelişkiler, yönetimin kendi sorumluluğunu inkâr ettiğinin kanıtıdır.Türkiye’de güdümlü balıkçılık araştırmaları yarım yüzyıldır sistematik hale getirilememiştir. Merkezi otorite, ekonomik değeri yüksek türler hakkında güvenilir stok verileri oluşturamamakta, siyasi karar vericilere bilimsel rapor sunamamaktadır. Bu da Bilecik’in deyimiyle “kör uçuş” bir yönetim modelidir. Sonuçta balıkçı filosu gereksiz biçimde büyümüş, stoklar hızla tükenmiştir.Bilecik, bürokrasinin bilimsel veriler yerine siyasetin direktifleriyle hareket ettiğini açıkça belirtir. Siyasi otoriteye boyun eğen bürokratlar, bilimsel bulgulara değil, sektör baskısına göre karar alır hale gelmiştir. Balıkçılık sektöründeki güçlü ağalar, tebliğlere sürekli müdahale ederek kendileri lehine düzenlemeler yaptırmaktadır. Bu kronik durum, “bilime saygı duymayan siyaset ile bilime teslim bürokrasi”nin ortak ürünüdür.Biyolojik ve Ekolojik Mantık HatalarıBoğazlar, göçer türler için yaşamsal öneme sahip biyolojik koridorlardır. Ancak gırgır avcılığına izin verilmesi, lüfer ve palamut gibi türlerin üreme döngüsünü kesintiye uğratmaktadır. Bu, Bilecik’e göre “doğanın doğum kontrolüne ortak olmak” anlamına gelir. Benzer şekilde, Avrupa Birliği ülkelerinin aksine Türkiye’nin kıta sahanlığının ilk 50 metresini gırgır avcılığına kapatmaması, “deniz tabanını kevgire çevirmek” olarak nitelendirilmektedir. Eşeysel olgunluğa erişmemiş balıkların avlanması ve av sezonunun 1 Eylül’de başlatılması, hem stokların yenilenmesini engellemekte hem de sürdürülebilirliği imkânsız kılmaktadır.Akıl Dışı Yetiştiricilik PolitikalarıAkvakültürde ilerleme sağlanmış olsa da, yem üretiminde dışa bağımlılık ciddi bir risk oluşturmaktadır. 2023’te 27.875 ton balık unu üretilirken, 156.138 ton ithal edilmiştir. Bu tablo, gelecekte okyanuslardaki yem balığı stokları tükendiğinde yaşanacak krizin habercisidir. Bilecik, bu konuda “kötü gün politikasına” sahip olunmadığını vurgular.Merkezi otoritenin bilimsel veriler yerine siyasetin yönlendirmesiyle hareket ettiğini gösteren örnekler çarpıcıdır. En dikkat çekici olay, 2016’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Boğaziçi’nde ticari avcılığa kapalı bölgede gırgır balıkçılarıyla buluşmasıdır. Bu olay, endüstriyel balıkçı kesiminin siyaseti bürokrasiye baskı aracı olarak kullanmasının sembolü sayılır. Bilecik, bu tür girişimleri “şark kurnazlığı” olarak niteler.Nezih Bilecik, Türkiye’nin balıkçılık yönetimini “mantıktan yoksun bir düzen” olarak tanımlar. Bilimsel gerçekler yerine siyasi çıkarların yön verdiği bu yapı, hem doğal kaynakları hem de geleceği tüketmektedir. Yazarın uyarısı nettir:“Balıkçılıkta mantık susarsa, deniz de susar.

Show more...
1 month ago
22 minutes 44 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
Stop the Slaughter.Scientists Declare War on Destructive Fishing on Boshporus and Dardanelles Straits

The Istanbul and Çanakkale Straits: A Call for Urgent Protection

The Istanbul and Çanakkale straits, along with the shallow continental shelf, are vital biological corridors for migratory fish. These areas are essential not only for Turkey but for the entire Atlantic–Mediterranean–Black Sea ecosystem. As highlighted in Nezih Bilecik’s analysis, industrial fishing must be banned here. Destructive methods such as purse seine and trawl nets rapidly deplete tuna, swordfish, bonito, and bluefish stocks, while also eroding biodiversity.

The straits serve as narrow ecological passages through which Atlantic-Mediterranean species migrate to the Black Sea to feed and spawn. Preventing these cycles means collapse of populations. For this reason, several urgent measures are proposed:

  • Ban on Purse Seine and Trawl Fishing: The Istanbul and Çanakkale straits should be permanently closed to purse seine and trawl operations, which indiscriminately capture whole schools of fish.

  • Protected Zones:

    • Çanakkale Strait: At the southern entrance, a 20-mile semicircular zone should be closed between March 1–August 31 to all industrial fishing.

    • Istanbul Strait: At both entrances, 15- and 20-mile zones should be closed year-round to purse seine; drift and gill nets should be banned April 1–December 31.

  • Restriction of Other Methods: Only small-scale, low-impact fishing (baited hooks, longlines, handlines) should be allowed year-round in the straits.

  • Continental Shelf Protection: The 0–50 meter zone, critical for breeding and juvenile fish, must be closed to trawl fishing. This aligns with EU Regulation 1967/2006, which prohibits trawling in waters shallower than 50 meters or within 300 meters of the coast.

Seasonal control is also crucial. Industrial fishing should be limited to 120 days between November 1–February 28, giving stocks time to spawn at least once. Starting seasons in September targets undersized fish like anchovy and sardine, accelerating depletion. Strict quotas and size limits are also required.

Academic institutions and fisheries faculties should publish a joint declaration demanding protection of these critical areas, freeing decision-makers from industrial lobbying. These measures must be codified in the Fisheries Communiqué and Law No. 1380 for legal certainty.

To date, government responses have ignored scientific warnings. Therefore, international awareness is essential. Compliance with EU fisheries standards offers a strong argument. Reports should be sent to the European Commission and Parliament, emphasizing incompatibility with EU norms.

Joint campaigns with European and global NGOs such as WWF, Greenpeace, and IUCN can highlight how unsustainable fishing in the straits threatens not only Turkey but the entire Mediterranean. The issue can also be raised under the Barcelona Convention, and Turkey’s breach of FAO’s Code of Conduct for Responsible Fisheries should be documented.

Finally, the global academic community must be engaged. Scientific articles, international conferences, and policy forums should highlight the straits as irreplaceable biological corridors. Without urgent intervention, migratory fish stocks risk irreversible collapse, with devastating consequences for biodiversity and future generations.

Show more...
1 month ago
14 minutes 49 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
💔 Boğazlarda Gırgır Avcılığı ve Kıyı Sahanlığı Sorunu

İstanbul ve Çanakkale boğazları ile kıta sahanlığının sığ bölgeleri, göçmen balıkların yaşaması ve üremesi için hayati biyolojik koridorlardır. Nezih Bilecik tarafından kaleme alınan analizde, bu bölgelerin endüstriyel balıkçılığa kapatılması gerektiği bilimsel temellerle savunulmaktadır. Gırgır avcılığı gibi teknolojik yöntemler, özellikle orkinos, kılıç balığı, palamut ve lüfer gibi türlerin stoklarını tüketmekte, biyolojik çeşitliliği yok etmektedir.

Boğazlar, Atlantik-Akdeniz kökenli palamut ve lüfer gibi türlerin Karadeniz’e geçerek beslenme ve üreme döngülerini sürdürdükleri dar ekolojik geçitlerdir. Bu göçlerin engellenmemesi, balık popülasyonlarının devamı için yaşamsaldır. Bu nedenle bilimsel öneriler arasında şu önlemler öne çıkmaktadır:

  • Gırgır Avcılığının Yasaklanması: İstanbul ve Çanakkale boğazlarının tüm yıl boyunca gırgır balıkçılığına kapatılması şarttır.

  • Koruma Alanları:

    • Çanakkale Boğazı’nın güney ağzında 20 millik yarım dairelik bölge 1 Mart - 31 Ağustos arasında gırgır, voli ve uzatma ağlarına kapatılmalıdır.

    • İstanbul Boğazı’nın hem Marmara hem Karadeniz girişlerinde sırasıyla 15 ve 20 millik alanlarda tüm yıl gırgır yasağı uygulanmalı, 1 Nisan - 31 Aralık arasında voli ve uzatma ağları da yasaklanmalıdır.

  • Diğer Yöntemlerin Kısıtlanması: Boğazlarda yıl boyu sadece yemli olta, parakete ve çapari gibi küçük ölçekli yöntemlere izin verilmeli, uzatma ve voli ağları da yasaklanmalıdır.

Kıta sahanlığında ise 0-50 metre derinlikler, yavru ve genç balıkların gelişim alanı olup en verimli ekosistemlerdir. Gırgır ağlarının bu sığ sularda kullanımı, hem deniz tabanındaki canlılara zarar vermekte hem de erozyona neden olmaktadır. Bu nedenle iç kıta sahanlığı gırgır avcılığına tamamen kapatılmalıdır. Avrupa Birliği mevzuatında da 50 metreden sığ alanlarda ve kıyıdan 300 metreye kadar gırgır avı yasaktır.

Ayrıca av sezonunun 1 Kasım - 28 Şubat arasındaki 120 günle sınırlandırılması önerilmektedir. Böylece balıkların en az bir kez yumurtlamasına fırsat tanınacak, stoklar kendini yenileyebilecektir. Eylül’de başlayan av sezonu, çinakop ve çingene palamudu gibi küçük balıkların avlanmasına yol açarak stokları çökertmektedir. Bu nedenle avlanmaya kota ve zaman sınırlaması getirilmesi zorunludur.

Bilim insanları, üniversiteler ve su ürünleri fakültelerinin bu konuda ortak deklarasyon yayımlaması, hükümetin ve bürokrasinin endüstriyel baskılardan arındırılması için kritik görülmektedir. Önerilen düzenlemeler, Su Ürünleri Tebliği ve 1380 Sayılı Su Ürünleri Kanunu’na dahil edilerek yasal güvence altına alınmalıdır.

Bugüne kadar yapılan itirazlar hükümet tarafından dikkate alınmamıştır. Bu durumda uluslararası kamuoyunun ve kuruluşların dikkatini çekmek stratejik bir zorunluluktur. AB Konseyi’nin 1967/2006 (EC) sayılı Tüzüğü’ne uyum talebi güçlü bir argüman oluşturmaktadır. Türkiye’nin adaylık süreci bağlamında, AB kurumlarına raporlar sunulmalı ve balıkçılık politikalarının AB standartlarına aykırılığı gündeme getirilmelidir.

Ayrıca Avrupa’daki çevre örgütleriyle ortak kampanyalar düzenlenebilir; bu uygulamaların sadece Türkiye’yi değil, tüm Akdeniz ekosistemini tehdit ettiği vurgulanabilir. Barselona Sözleşmesi çerçevesinde girişimlerde bulunulabilir, FAO’nun sorumlu balıkçılık ilkelerine uyulmadığı gündeme getirilebilir. WWF, Greenpeace ve IUCN gibi küresel kuruluşların desteğiyle, Boğazlardaki endüstriyel avcılığın “katliam” boyutuna ulaştığı uluslararası raporlarla belgelenebilir.

Son olarak, bilimsel makaleler ve uluslararası konferanslarda yapılacak sunumlarla konunun akademik boyutu küresel ölçekte duyurulmalıdır. İstanbul ve Çanakkale boğazları, yalnızca Türkiye için değil, tüm bölgesel denizler için kritik bir biyolojik koridor olup, acilen koruma altına alınmadığı takdirde göçmen balık stokları geri dönüşsüz şekilde çökecektir.

Show more...
1 month ago
21 minutes 12 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🔒Uluslararası Ticarette Müşterini Tanı (KYC) Doğrulamasının önemi: Tam Uyumluluk Rehberi (2025)

Bu kaynak, çevrimiçi işletmeler için dolandırıcılık ve kara para aklamaya karşı temel bir savunma hattı olan Müşterini Tanı (KYC) doğrulamasının kapsamlı bir kılavuzudur.

KYC, bir müşterinin kimlik bilgilerinin toplanması ve doğrulanması sürecidir. Amacı dolandırıcılık, kara para aklama ve terör finansmanı risklerini azaltmaktır. Bu sürecin temel bileşenleri: müşteri kimlik tespiti ve doğrulaması (ad, doğum tarihi, adres gibi bilgilerin toplanması ve belgelerle kontrolü), Müşteri Durum Tespiti (CDD) ile müşterinin risk profilinin belirlenmesi ve sürekli izleme ile müşterinin zaman içinde değişen risklerinin takip edilmesidir. ABD’de uygulanması zorunlu olan Müşteri Tanımlama Programı (CIP) gibi düzenleyici çerçeveler, KYC’nin yasal dayanaklarındandır.

KYC türleri çeşitlidir: geleneksel (yüz yüze belge kontrolü), dijital (tarama, selfie ile yüz eşleştirme), belgesiz doğrulama (devlet destekli dijital kimlik veritabanları) ve otomatik/AI tabanlı çözümler. Biyometrik kontroller (liveness check), davranışsal analizler ve cihaz zekası dolandırıcılık tespitinde giderek daha merkezi hale gelmektedir. NFC tabanlı çip okumalar ise pasaport/kimlik çiplerinden doğrudan veri çekerek yüksek güvenlik sağlar.

Küresel düzenlemeler sıkılaşmaktadır; uyumsuzluk ciddi para cezalarına yol açabilir (örnek: 2024’te FCA’nın Starling Bank’a KYC eksikliği nedeniyle verdiği yüksek ceza). Avrupa’da AML Otoritesi (AMLA), 6. AML Direktifi ve yeni AML Yönetmeliği gibi düzenlemeler gerçek faydalanıcı kontrollerini ve risk puanlamasını ağırlaştırırken, APAC bölgesinde Singapur ve Hong Kong VASP’ler için katı gereksinimler getiriyor; Hindistan ise coğrafi etiketli video doğrulama gibi yenilikler uyguluyor.

2025 için pratik ve teknoloji odaklı tavsiyeler: Yapay zeka ve otomasyonla müşteri kabulü ve sürekli izlemeyi hızlandırın; periyodik gözden geçirmeleri otomatikleştirin; yaptırım ve PEP taramalarını gerçek zamanlı ve sık güncellenen veritabanlarıyla entegre edin; tek seferlik KYC’den vazgeçip “Sürekli KYC/Perpetual KYC” modeline geçin; denetlenebilir, şeffaf kayıtlar tutun; yeniden kullanılabilir dijital kimlik çözümlerini ve güvenli veri paylaşım protokollerini değerlendirin. Bu adımlar, hem uyum maliyetlerini azaltır hem de kullanıcı deneyimini iyileştirir — yani kazan-kazan.

Kaynak metinler, KYC/AML süreçlerinde kullanılabilecek ücretsiz çevrimiçi kontrol mekanizmalarına dair spesifik URL’ler sağlamamaktadır. Çoğu vaka, ticari KYC sağlayıcılarının sunduğu ücretli çözümler üzerinden örneklendirilmiştir. Eğer isterseniz, ücretli ve açık kaynak alternatifleri listeleyip hangi ücretsiz kamu veri tabanlarının (ör. bazı ülkelerin yaptırım/PEP listeleri) erişime açık olduğunu araştırıp hemen bir kaynak listesi hazırlayabilirim.

Özetle: KYC artık “bir kere yapılacak iş” değil; dinamik, teknoloji destekli, sürekli yönetilen bir süreç. Kurallar sıkılaşıyor, cezalar yüksek; akıllıca otomasyon ve sağlam kayıt yönetimi ile riskleri kontrol altına alın. Cesur olun: uyum bir maliyet değil, sürdürülebilir iş modelinizin teminatıdır.



Show more...
1 month ago
31 minutes 52 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🤝 İnsan Doğasının Özünde İyilik

İnsan Doğasının Özünde İyilik adlı kitap, insan doğasının özünde iyi, işbirlikçi ve empatik olduğu tezini savunur. Thomas Hobbes gibi düşünürlerin bencil insan doğası varsayımının siyaset, ekonomi ve eğitim sistemlerinde yanlış uygulamalara yol açtığını öne sürer. I. Dünya Savaşı'ndaki Noel Ateşkesi, doğal afetlerdeki dayanışma örnekleriyle ve Milgram ile Stanford Hapishane Deneyi'nin hatalı raporlandığına dikkat çekerek tezini destekler.

Kaynaklar, insan doğası hakkındaki hakim varsayımları dört temelde sorgular: Evrimsel kanıtlar, insan evriminin işbirliği üzerine kurulu olduğunu gösterir. Tarihsel olayların yeniden yorumlanması, Noel Ateşkesi'nde askerlerin düşmanla sosyalleşmesi gibi örneklerle insanın doğal dayanışma eğilimine işaret eder. Psikoloji deneylerinin eleştirisi, Stanford ve Milgram deneylerinin yanlış yorumlandığını vurgular. Mevcut sistemlerin eleştirisi ise insan doğasının kötü olduğu varsayımının baskıcı siyasi yapılar, gerçekçi olmayan ekonomik modeller ve yaratıcılığı körelten eğitim sistemleri ürettiğini savunur.

İnsan doğasının iyi olduğu varsayımı, siyasi ve ekonomik sistemleri temelden dönüştürme potansiyeli taşır. Siyaset alanında baskıcı sistemler yerine özgürlükçü ve katılımcı modelleri teşvik eder. İnsanlara güvenen sistemlerin demokratik katılımı güçlendirdiği ve rehabilitasyon odaklı adalet sistemlerinin daha etkili olduğu öne sürülür. Ekonomide Homo economicus modelinin yerini işbirliği ve güvene dayalı modeller alabilir. Bu yaklaşım, rekabet yerine dayanışmayı önceliklendirerek sürdürülebilir ve adil bir ekonomik düzen vaat eder.

Sonuç olarak kitap, insanlara güvenen ve iyiliğini merkeze alan sistemlerin daha adil, barışçıl ve sürdürülebilir bir dünya yaratacağını savunur. Bu dönüşüm bireylerin potansiyelini ortaya çıkaran ve toplumsal dayanışmayı güçlendiren bir yapı öngörür.


Show more...
1 month ago
17 minutes 40 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🤝 İnsan İlişkilerinde Ustalık ve Etkili İletişim Stratejileri

"İnsan İlişkilerinde Ustalık" adlı eser, başarılı iletişim ve etkili etkileşimin hayatın her alanındaki belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. Kitap, insan doğasını anlamanın ve iletişim becerilerini geliştirmenin kişisel ve profesyonel yaşam kalitesini artırmada nasıl kilit rol oynadığını gösterir. İnsanların esasen kendileriyle ilgilendiğini kavramak, bu ustalığın temel taşıdır.

İnsan ilişkilerinde ustalık, yaşam kalitesini doğrudan belirler. Sosyal yaşamda dostlukları güçlendirir, aile ilişkilerini sağlamlaştırır, iş hayatında başarıyı artırır. İnsan doğasını anlamak, başkalarının davranışlarının arkasındaki nedenleri kavrayarak usta bir “insan idarecisi” olmayı sağlar. Kişisel etkinlik ve güç, iletişimde “ben” yerine “sen” sözcüğünü kullanmakla artar; bu, karşınızdaki kişinin değer gördüğünü hissetmesine yol açar.

İyi dinleme sanatı, insan ilişkilerinde eşsiz bir avantajdır. İnsanlara kendileri hakkında konuşma fırsatı vermek, onların size daha fazla ilgi göstermelerini ve sizin hakkınızda olumlu düşünceler geliştirmelerini sağlar. Gülümseme, samimi övgüler, teşekkür ve takdir ifadeleri, ilişkilerde sıcak ve dostane bir atmosfer yaratır. Karşılıklılık yasası işler: siz değer gösterirseniz, karşınızdakiler de size aynı şekilde yanıt verir.

Kitapta öne çıkan temel prensipler şunlardır:

  • İnsanları oldukları gibi anlamak: Onların davranışlarının gerçek nedenlerini görmek.

  • Kendileriyle ilgilenme eğilimlerini kabul etmek: Herkes öncelikle kendi çıkarını düşünür; bunu bilmek iletişimde güç kazandırır.

  • Onlarla kendileri hakkında konuşmak: “Sen” dilini kullanmak ve sorularla ilgi uyandırmak.

  • Onlara önemli olduklarını hissettirmek: Dinlemek, övgüde bulunmak, isimlerini anmak ve sözlerine değer vermek.

  • Makul olma sanatı: Münakaşadan kaçınmak, gerektiğinde hatayı kabul etmek, dostça yaklaşmak.

  • İyi bir dinleyici olmak: Göz teması kurmak, sözünü kesmemek, sorular sorarak ilgiyi göstermek.

  • İnsanları etkilemek ve ikna etmek: Onların ne istediğini anlamak, çıkarlarıyla örtüşen yollar sunmak.

  • “Evet” dedirtmek: Küçük adımlarla olumlu yanıt almaya zemin hazırlamak.

  • Tutumları yönlendirmek: İlk izlenimi gülümseme ve sıcaklıkla belirlemek.

  • Övgü ve eleştiri: Samimi övgü vermek, eleştiriyi özel ve yapıcı şekilde yapmak.

  • Teşekkür etmek: Minnettarlığı sözle ifade etmek, kişiselleştirmek ve içtenlikle sunmak.

  • İyi izlenim yaratmak: Samimiyet, alçakgönüllülük ve coşku ile güven kazanmak.

  • Ustalıkla konuşma yapmak: Kısa, doğal, dinleyici odaklı ve etkileyici konuşmalar yapmak.

Eser, tüm bu prensiplerin tek başına bilmenin yetmediğini, asıl değerin uygulanmalarıyla ortaya çıktığını hatırlatır. İnsan ilişkilerinde ustalık, kişisel mutluluğu, profesyonel başarıyı ve toplumsal uyumu güçlendiren en değerli beceridir. Bilginin pratiğe dökülmesiyle kişi hem daha mutlu olur, hem daha çok dost kazanır, hem de yaşamda daha büyük başarılara ulaşır.

Show more...
1 month ago
29 minutes 7 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🌿 Nasıl Ölünmez: Beslenme ve Sağlık Rehberi

Dr. Michael Greger’ın bu kitabı, modern tıp sisteminin güçlü yanlarını kabul ederken, ciddi bir kör noktayı gözler önüne seriyor: hastalıkların kök nedenleri yerine semptomlarının tedavi edilmesi. Dr. Greger’a göre ilaçlara ve prosedürlere aşırı güven, milyonlarca insanı ömür boyu tedaviye bağımlı hale getirirken, tam bitki bazlı bir diyet başta kalp hastalıkları, diyabet, kanser ve yüksek tansiyon olmak üzere birçok kronik hastalığı önleyebilir veya tersine çevirebilir. Yazar, NutritionFacts.org üzerinden bu bilgileri reklamsız ve ücretsiz şekilde sunarak halk sağlığını iyileştirmeyi hedeflemektedir.

Modern tıp uygulamalarının temelini oluşturan bilimsel bulgular ile sağlık sektöründeki finansal çıkarlar arasında güçlü ve çelişkili bir ilişki vardır. Yaşam tarzı değişikliklerinin etkinliği defalarca kanıtlanmıştır. Örneğin, Dr. Dean Ornish ve ekibi, gelişmiş kardiyak PET taramalarıyla kalp hastalığının diyet ve yaşam tarzıyla geri döndürülebildiğini göstermiştir. Bitki bazlı diyetlerin prostat büyümesinden diyabet komplikasyonlarına kadar pek çok sorunu engellediğine dair bulgular onlarca yıldır mevcuttur. Pancar gibi nitrat zengini besinlerin tansiyon düşürücü etkileri de kanıtlanmıştır. Ancak bu bilimsel kanıtlara rağmen, doktorlar genellikle hastalıkların kökenini ele almak yerine ömür boyu ilaç yazmaya yönlendirilir. Sistemin işleyişi, taşan lavabonun musluğunu kapatmak yerine sürekli paspas yapmaya benzer. İlaç şirketleri için bu durum ideal bir senaryodur; çünkü “yeni rulo kağıt havlular” satılmaya devam eder.

Buradaki temel engellerden biri eğitim ve ödeme sistemidir. ABD’de sağlık harcamalarının dörtte üçü kronik hastalıklara gitmesine rağmen tıp fakültelerinin çoğu beslenme dersini zorunlu kılmaz. Ayrıca yaşam tarzı değişiklikleri için doktorlara ödeme yapılmaz; çünkü bundan kar eden tek taraf hastanın kendisidir. Buna karşılık ilaç yazmak ve prosedür uygulamak finansal olarak ödüllendirilir. Dr. Ornish’in dediği gibi: “Geri ödeme, tıbbi pratiğin araştırmadan çok daha güçlü bir belirleyicisidir.”

Endüstriyel çıkarlar da kamu sağlığı üzerinde belirleyicidir. Tüm zamanların en çok satan ilacı Lipitor, 140 milyar dolar gelir getirmiştir. Bazı sağlık otoritelerinin statin ilaçlarının su kaynaklarına eklenmesini bile önermesi, çıkarların nerelere varabildiğini gösterir. İşlenmiş gıda endüstrisi de statükoyu korumak için lobi faaliyetlerine milyarlar harcar. Trans yağların onlarca yıl piyasada kalabilmesi, bu baskıların sonucudur. Çelişkili ortaklıklar da dikkat çekicidir: Susan G. Komen vakfı KFC ile ortaklık yaparak kızarmış tavuk satmış, Save the Children ise Pepsi’den 5 milyon dolar aldıktan sonra gazlı içeceklere vergi konmasına karşı çıkmıştır.

Modern tıp paradigması semptom tedavisine odaklanmıştır. Yüksek kolesterol için statin kullanmak ya da asitli diyetler için bikarbonat almak, kök nedeni çözmek yerine geçici çözümler sunar. Oysa “eczane yerine sebze pazarı” gerçek çözüm olabilir. Buna rağmen hastalar ilaçların koruyuculuğunu abarttıklarında, risklerini dramatik biçimde azaltabilecek diyet değişikliklerini yapmaktan kaçınırlar. Statin ilaçlarının kalp krizi riskini yalnızca %3 azaltmasına karşın, bitki bazlı beslenme aynı riski %60 düşürebilir.

Sonuç olarak Nasıl Ölünmez, bilimsel verilerin kronik hastalıkların önlenmesinde ve geri çevrilmesinde yaşam tarzı değişikliklerinin olağanüstü gücünü ortaya koyduğunu, fakat finansal çıkarların bu bilgilerin tıbbi pratiğe entegrasyonunu sistematik şekilde engellediğini göstermektedir. Kar odaklı ilaç endüstrisi, güçlü gıda lobileri ve mevcut sağlık ödeme sistemleri, pahalı semptom tedavilerini ödüllendirirken doğal, düşük maliyetli çözümleri göz ardı etmektedir. Bu çelişki, halk sağlığını geri plana iterken endüstrinin kasalarını doldurur.

Show more...
1 month ago
27 minutes 29 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🍎 Hastalığı Yenmek İçin Beslenme

Dr. William Li’nin “Hastalığı Yenmek İçin Ye” adlı kitabı, besinleri yalnızca enerji ve beslenme kaynağı değil, aynı zamanda bir tür ilaç olarak gören devrimci bir bakış açısı sunar. Kitap, insan vücudunun beş temel savunma sistemini—anjiyogenez (damar oluşumu), yenilenme (kök hücreler), mikrobiyom, DNA koruması ve bağışıklık—besinler aracılığıyla nasıl harekete geçirilebileceğini ve güçlendirilebileceğini anlatır. Dr. Li, kişisel deneyimlerinden ve bilimsel araştırmalardan yola çıkarak, sağlığın yalnızca hastalıkların yokluğu değil, aynı zamanda bu savunma sistemlerinin dengeli çalışması olduğunu vurgular.

Anjiyogenez, vücudun yeni damarlar oluşturarak dokulara oksijen ve besin taşımasını sağlar. Soya fasulyesi, yeşil çay, nar, kakao, böğürtlen, zerdeçal ve baharatlardaki bileşikler, damarlanmayı gerektiğinde uyarabilir ya da baskılayabilir. Böylece hem kalp krizi sonrası iyileşme süreci desteklenir hem de kanser gibi hastalıkların damar oluşumuyla beslenmesi engellenebilir.

Yenilenme sistemi, kök hücreler sayesinde dokuları sürekli onarır ve yeniler. Dr. Li, bitter çikolata, balık yağı, tam tahıllar, kahve, yaban mersini gibi gıdaların kök hücrelerin işlevini artırdığını, mor patates, soya, resveratrol gibi bileşiklerin ise kanser kök hücrelerini baskıladığını aktarır. Buna karşılık şekerli ve yağlı beslenmenin kök hücrelere zarar vererek yaşlanmayı hızlandırdığına dikkat çeker.

Mikrobiyom, trilyonlarca bakteriden oluşan ve bağışıklık ile metabolizmayı doğrudan etkileyen bir ekosistemdir. Lifli tam gıdalar, yoğurt, lahana turşusu, kimchi gibi fermente yiyecekler bağırsak florasını destekler. Nar, kızılcık ve ceviz gibi besinler faydalı bakteri çeşitliliğini artırırken, işlenmiş gıdalar ve yapay tatlandırıcılar bu dengeyi bozarak obezite, diyabet ve bağışıklık zayıflığına yol açabilir.

DNA koruması, genetik yapımızın sürekliliği için kritik öneme sahiptir. Domates ve karpuzdaki likopen, soya, yeşil çay ve zerdeçal gibi gıdalar DNA hasarını önler, epigenetik mekanizmalar yoluyla koruyucu genleri aktive eder. Brokoli gibi sebzeler tümör baskılayıcı genleri harekete geçirirken, Akdeniz diyeti telomerleri koruyarak yaşlanma sürecini yavaşlatır.

Bağışıklık sistemi ise vücudu virüsler, bakteriler ve kansere karşı korur. Yaşlı sarımsak özü ve kızılcık polifenolleri bağışıklığı güçlendirirken, yeşil çay ve zeytinyağı otoimmün hastalıklarda aşırı bağışıklık tepkisini sakinleştirebilir. Böylece hem savunma hem de denge sağlanır.

Dr. Li’nin geliştirdiği “5 x 5 x 5 Çerçevesi”, her gün beş farklı savunma dostu besini beş öğüne yayarak tüketmeyi önerir. Bu yaklaşım, yasaklar yerine kişisel tercihlere dayalıdır: bireyler geniş bir “Tercih Edilen Gıdalar Listesi”nden sevdiklerini seçer. Dr. Li, “Ne yememeliyim?” yerine “Hangi faydalı besinleri ekleyebilirim?” sorusunu sorarak pozitif bir yaklaşım geliştirir.

Kitap ayrıca yaşam tarzı faktörlerine de dikkat çeker. Sigara, alkol ve şekerli içeceklerin kök hücreleri ve DNA’yı tahrip ettiği; işlenmiş etlerin telomerleri kısalttığı; yapay tatlandırıcıların mikrobiyomu bozduğu anlatılır. Buna karşılık düzenli egzersiz, yeterli uyku, stresin azaltılması ve zaman zaman uygulanan açlık döngülerinin vücudu yenilediği vurgulanır.

Sonuç olarak, “Hastalığı Yenmek İçin Ye”, gıdaları birer ilaç gibi kullanarak vücudun doğal savunma mekanizmalarını destekleyen bütüncül ve kişiselleştirilebilir bir rehberdir. Dr. William Li, bilimin ışığında, her bireyin kendi zevkleri ve imkanları doğrultusunda sağlığını kontrol etmesini sağlayan güçlü bir yol haritası sunar. Böylece insanlar, pasif birer hasta adayı olmak yerine, aktif birer sağlık mimarı haline gelir.

Show more...
1 month ago
32 minutes 52 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🧠 Tek Zihin: Bilinç ve Şifanın Ötesi

Bu kitabında Dr. Larry Dossey, bireysel bilincin aslında evrensel bir bilincin, yani “Tek Zihin”in bir parçası olduğunu ileri sürer. Ona göre her birey, bu tekil bilinç alanının farklı bir ifadesidir. Yazar, bu görüşü desteklemek için bilimsel araştırmalardan felsefi yaklaşımlara, kişisel deneyimlerden mistik öğretilere kadar geniş bir yelpazeyi kullanır.

Tek Zihin, sınırsız kapasiteye sahip, mekân ve zamandan bağımsız birleşik bir alan olarak tanımlanır. Dossey’nin “yerel olmayan zihin” kavramı, antik çağın ruh anlayışını andırır: bireyler görünmez bir ağ üzerinden birbirine bağlıdır. F. C. S. Schiller gibi filozoflar, bilincin tek bir gerçeğe indirgenemeyeceğini, farklı gerçeklikleri kapsayan daha büyük bir bütünün parçası olduğunu savunur.

Beyin ve bilinç ilişkisi, bu tartışmanın merkezindedir. Paul Brunton “beyin düşünce üretmez” derken, Huston Smith, zihnin beyin tarafından “solunduğunu” öne sürer. Aldous Huxley’e göre beyin, bilinci üretmez, yalnızca filtreler. Bu görüş, Dr. Eben Alexander’ın yakın ölüm deneyiminde yaşadığı sınırsız bilinçle de desteklenir. Ian Stevenson ise beynin bir alıcı işlevi gördüğünü savunur.

Ampirik bulgular da Tek Zihin’i destekler. Yakın ölüm deneyimlerinde (NDE), insanlar sık sık evrensel bir kaynağa katıldıklarını hissetmiştir. Premonisyonlar, rüyalar ve sezgiler, bilinçler arası görünmez bağlantıların işareti sayılır. Örneğin, annesinin rüyasıyla kanseri fark edilen bir kadın ya da kazadan rüyası sayesinde kurtulan bir mühendis buna örnektir. Doğum uzmanı Dr. Larry Kincheloe, hastalarının doğum zamanını içsel bir sezgiyle hissetmiştir.

Rupert Sheldrake’in “bakılma hissi” deneyleri, insanların uzaktan izlenmeyi fark edebildiğini gösterir. Hayvanların telepatik uyumla yön değiştiren sürü davranışları ya da sahiplerinin eve gelişini hissetmeleri, Tek Zihin’in biyolojik türler arası bağlara da uzandığını düşündürür. Bobbie adlı köpeğin binlerce mil yol katederek evine dönmesi ya da gorillerin ve yunusların empatik kurtarma davranışları bu tabloyu güçlendirir.

Savant sendromu da beynin sınırlarını aşan bilgiye erişimi işaret eder. Savantların açıklanamayan becerileri, Joseph Chilton Pearce’in deyimiyle “kozmik çorbadan” bilgi çekmeleriyle açıklanabilir. İkizler arasında gözlenen telesomatik olaylar –örneğin aynı anda aynı cümleleri yazmaları ya da biri acı çekerken diğerinin de hissetmesi– bireysel bilincin ötesinde paylaşılan bir alanı gösterir. CIA destekli Stanford Research Institute (SRI) deneylerinde Russell Targ ve ekibinin yürüttüğü “uzaktan görme” çalışmaları da bilincin mekân ve zamandan bağımsız bilgi edinebildiğini kanıtlar niteliktedir.

Felsefi ve spiritüel gelenekler de Tek Zihin kavramını besler. Platon’dan Yeats’e, Kerouac’tan Huxley’e kadar pek çok düşünür, kolektif bilincin farklı yüzlerini dile getirmiştir. Schrödinger, bilincin aslında çoğul değil, tekil bir varlık olduğunu vurgular. Einstein ve diğer yaratıcı dehalar, ilhamlarının kendi egolarından değil, evrensel bir bilgi kaynağından geldiğini hissetmiştir. Sanatçılar ve müzisyenler ise çoğu zaman kendilerini bir kanal gibi görmüş, eserlerinin kendilerinden değil, daha geniş bir bilinç alanından aktığını ifade etmiştir.

Sonuç olarak, Tek Zihin: Bilinç ve Şifanın Ötesi, bireysel zihinlerin beyinden bağımsız olduğunu ve evrensel bir bilincin parçası olarak işlediğini güçlü kanıtlarla ortaya koyar. Bu bakış açısı, bilimin sınırlarını zorlamakla kalmaz; aynı zamanda insanlığın gelecekteki sorunlarına ruhsal, etik ve toplumsal çözümler sunabilecek potansiyel bir paradigma değişimini de işaret eder.

Show more...
1 month ago
34 minutes 16 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
🎶 Confutatis: Mozart’ın Requiem’inde Tarihsel, Metinsel ve Müzikal Bir İnceleme

Wolfgang Amadeus Mozart’ın ölümünden hemen önce üzerinde çalıştığı Requiem eseri, hem tarihsel hem de kişisel boyutlarıyla müzik tarihinin en çok tartışılan yapıtlarından biridir. Bu eserin en çarpıcı bölümlerinden biri olan Confutatis, Mozart’ın ölümle yüzleşmesini dramatik bir derinlikle yansıtır.

Mozart’a 1791 yazında kimliği gizli bir elçi aracılığıyla bir Requiem siparişi verilmişti. Elçi, Avusturyalı aristokrat Kont Franz von Walsegg adına hareket ediyordu. Walsegg, ölen eşinin anısına bir eser istemiş, fakat eseri kendi bestesiymiş gibi sunmayı planlamıştı. Mozart, bu siparişi alırken kendi sağlığının hızla kötüleştiğini hissediyordu. Bu nedenle eseri, yalnızca bir müşteri için değil, aynı zamanda kendi kaderi için yazdığına ikna olmuştu. Yakın çevresine “Burada ölümün sesini duyuyorum” diyerek Confutatis üzerinde çalıştığını anlatması, onun müziğiyle ölüm arasında kurduğu derin bağı ortaya koyar.

Confutatis metni, cehenneme atılan lanetliler ile cennete çağrılan kurtuluş arayanların karşıtlığını işler. Latince metnin Türkçe çevirisi şu dramatik ayrımı sergiler:
— Confutatis maledictis, flammis acribus addictis (Lanetliler susturulduğunda, yakıcı alevlere atıldığında)
— Voca me cum benedictis (Beni kutsanmışlarla birlikte çağır).

Mozart’ın müzikal dili bu karşıtlığı olağanüstü bir güçle işler. Erkek korosunun gür ve sert çıkışları cehennemin dehşetini resmederken, kadın seslerinin yumuşak duaları cennetin huzuruna yönelir. Orkestra ise bu dramatik zıtlığı yoğun dinamiklerle destekler; sert ritmik figürler cehennem tasvirini güçlendirirken, hafifleyen armoniler umudu ve ilahi merhameti temsil eder. Bu yönüyle Confutatis, yalnızca litürjik bir müzik değil, aynı zamanda insanın ölüm, korku ve umutla hesaplaşmasının evrensel bir portresidir.

Mozart’ın 5 Aralık 1791’de ölümünden sonra eser yarım kalmıştır. Önce Joseph Eybler orkestrasyonu tamamlamaya çalışmış, fakat süreci sürdürememiştir. Ardından Mozart’ın öğrencisi Franz Xaver Süssmayr devreye girmiş ve bugün yaygın olarak icra edilen versiyonu tamamlamıştır. Süssmayr’ın katkıları arasında orkestrasyonun büyük bölümü ve bazı eksik pasajların bitirilmesi yer alır. Ancak Confutatis özelinde, vokal çizgiler, basso continuo ve temel dramatik yapı Mozart’ın el yazısıyla bırakıldığı için, bölümün özünü Mozart’ın vizyonu belirlemiştir.

Eserin özgünlüğü üzerine tartışmalar yüzyıllardır sürmektedir. Bazı müzikologlar Süssmayr’ın katkılarının Mozart’ın niyetinden sapmalara yol açtığını, bazıları ise onun Mozart’ın stilini başarıyla taklit ederek bütünlüğü koruduğunu savunur. Ancak ortak kabul, Confutatis’in dramatik çekirdeğinin tamamen Mozart’a ait olduğudur. Bu nedenle bölüm, bestecinin ölümle yüzleşmesini birebir yansıtan bir “kişisel itiraf” niteliği taşır.

Sonuç olarak, Confutatis hem teolojik hem de varoluşsal açıdan yoğun anlamlar barındırır. Mozart burada cehennemin korkutucu sesleriyle cennetin umut dolu çağrısını karşı karşıya getirirken, kendi ruhsal mücadelesini de müziğe dökmüştür. Onun son günlerinde kaleme aldığı bu bölüm, ölüm karşısında insanın çaresizliği kadar, merhamet ve kurtuluş arzusunun da evrenselliğini dile getirir. Mozart’ın müziği böylece yalnızca dönemin dini törenlerinin bir parçası olmaktan çıkar, insanlığın ortak duygusal hafızasında yer eden zamansız bir tanıklığa dönüşür.

Show more...
2 months ago
15 minutes 53 seconds

HAKAN AKARCALI PodcastBox / Özgün Eser İncelemeleri / Reviews of Original Works
⚠️ İçerikler yapay zekâ tarafından üretilip seslendirilmiştir; hatalar olabilir.
Orijinal kaynaklara başvurmanız her zaman önerilir. ⚠️ Content is generated by artificial intelligence; errors may occur.
It is always recommended to refer to original sources.