
Belaruslu Nobel ödüllü yazar Svetlana Alexievich, Secondhand Time (İkinci El Zaman: The Last of the Soviets, 2013) adlı eserinde, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü resmi tarihin satır aralarından değil, insanların kalplerinden ve mutfaklarından anlatır. Kitap, Stalin sonrası dönemin gölgesinde büyüyen, 1991’de bir sabah uyandığında ülkesi yok olmuş milyonlarca insanın tanıklıklarını bir araya getirir. Alexievich’in amacı, tarih yazmak değil; “insan ruhunun tarihini” kayda geçirmektir.
Sovyetler’in çöküşü, sıradan Ruslar için bir ülkenin değil, bir kimliğin yıkılması anlamına geldi. “Homo sovieticus” denilen insan tipi, ideolojinin yok olmasıyla yönünü kaybetti. Komünizmin sona ermesi, yalnızca bir rejimin değil, bir inanç sisteminin ölümüydü.
Ekonomik açıdan, 1990’ların başı tam bir şok terapisi dönemiydi. Enflasyon yüzde 2600’e fırladı, birikimler bir gecede buharlaştı. Mühendisler pazarcı, profesörler kaloriferci oldu. “Para” artık utanılacak değil, tek saygı duyulan değerdi. Sovyetlerin “eşitlik” ideali, oligarkların saraylarına, çelik kapılar ve taş duvarlarla çevrili malikânelere dönüştü. Artık halk “devrim” değil, “döviz kuru” konuşuyordu.
İdeolojik çöküş ise daha derindi. “Büyük Fikir” kaybolduğunda, insanlar ilk kez özgürlükle ne yapacaklarını bilemedi. Kimi için özgürlük korkusuzluktu, kimi için blue jean ya da VCR. Birçoğu, “Tanrı’yı değil, markaları” keşfetti. Kelimeler kutsallığını yitirdi, yerini eşyalar aldı. Alexievich’in ifadesiyle, “artık insan kitap okumayı değil, başarıyı öğrenmek istiyordu — ama Rus romanları bunu öğretmezdi.”
Toplumsal doku hızla parçalandı. Zenginler ve yoksullar, neredeyse farklı dünyalarda yaşamaya başladı. 1990’lar gangsterler, karaborsa ve sokak çatışmalarıyla anıldı. İnsanlar, “savaşsız bir iç savaşın” kazananları ve kaybedenleri olduklarını fark etti. Diller bile değişti — “voucher”, “şatıl tüccarı”, “döviz koridoru” gibi kelimeler Rusçaya sızdı.
Bireysel hatıralar, bu tarihsel dönüşümün en çıplak aynasıydı. Herkesin kendi “Gorbaçov’u”, kendi “Yeltsin’i” vardı. Kimisi için perestroyka bir umut, kimisi için ihanetti. Bir kadın babasının 1937’de tutuklandığı yılı “hayatımın en mutlu yılı, çünkü âşıktım” diye anlatıyordu. Tarih, kişisel duygularla iç içe geçmişti; aşk, korku ve kayıp aynı cümlede yaşıyordu.
Savaşın ve baskının bıraktığı ruhsal yaralar kuşaklara yayıldı. Kamplardan dönen erkekler konuşmaz, içerek ölürdü. Bazıları tutuklanmadığı için suçluluk duyardı: “Ben niye alınmadım?” Kötülük sıradanlaşmıştı — cellatlar, komşular ve akrabalar arasında yaşıyordu. Travma, intihara kadar uzanıyordu: General Akhromeyev ülkenin çöküşüne dayanamayarak kendini astı; başka bir eski asker, “hayatım bir yalanmış” diyerek kendini yaktı.
Yeni Rusya’da para kutsallaştıkça, eski “küçük adam”ın onuru silindi. İnsanlar artık “iyi bir hayat” ile “büyük ulus” arasında bölünmüş haldeydi. Zengin olanlar bile sarhoşken eski Komsomol şarkılarını söylüyor, “belki Stalin geri gelmeli” diyordu. Doksanların sonunda, özgürlük yorgun bir halk için yeniden demir el özlemine dönüştü.
Yalnızlık, yeni çağın en yaygın duygusu oldu. Herkes “hayatın başka bir yerde sürdüğünü” hissediyordu. Mutfaklarda samizdat okunup votka içilen geceler, artık kimsenin kimseye güvenmediği bir sabaha uyanıyordu. Alexievich’in tanıkları arasında biri şöyle der:
“Komünizm yıkıldığında anladım ki, ben özgür değilim — sadece yalnızım.”
Savaş, baskı ve toplumsal değişim, insan ruhunda kalıcı yaralar açtı. İnsanlar ideallerini gömdü ama anlam arayışını durduramadı. Kiliseler yeniden doldu; inanç, çoğu için bir teselli değil, bir yas mekânı haline geldi. Alexievich’in “ikinci el zaman” dediği şey, tam da bu:
Artık ne geçmiş tamamen ölü, ne de gelecek gerçekten doğmuştu. Sovyet sonrası Rusya, iki çağ arasında sıkışmış bir insanlığın yankısıydı.