Bazen yorgunluk, sadece bedenin değil zihnin de taşıyamadığı bir yük olur.
Koşarken, yetişirken, susarken biriken tortular… Ve bir gün, o mekanizma durur.
O sessizlikte kalp atışını duyarsın.
Abeslang’ın 29. bölümünde “Duracağız”.
Hiçbir yere yetişmeden, hiçbir cümleyi tamamlamadan, sadece nefes alacağız.
Çünkü bazen hiçbir şey yapmamak da bir eylemdir.
Durmak, vazgeçmek değil; yeniden başlamak için bir davettir.
Spotify, Apple Podcast ve YouTube’da yayında.
Bir süreliğine sadece dinlenmek için durun.
Çünkü dünya bekliyor.
Yeter ki durmayı bilelim.
Takvimin sayfalarını çeviriyoruz.
Çocukluğun baharından gençliğin yazına uzanan yolda şu soruya bakıyoruz: “Yolu yarıladık mı, yoksa yaraladık mı?”
Kişisel tarihimizi toplumsal belleğe iliştirip “Buradaydık. Yaşadık.” diyoruz.
Zaman, hatıra, yürüyüş, kayboluş ve yeniden başlama üzerine kısa, yoğun, şiirsel bir bölüm.
Dinlemek için Apple Podcast, Spotify ve Youtube: Abeslang Podcast
Bazen bir sabah, bir kahve yudumunda, sessiz bir anda bir kapı açılır.
Bir bakış, bir kelime, bir “merhaba”...
Ve bütün hikâyeniz değişir.
Bu bölüm, tesadüflerle kaderin birbirine karıştığı o ince çizgide; aşkın, beklemenin ve teslimiyetin şiirsel bir anlatısı.
Bir kitabın ilk cümlesi kadar sade, bir kalp atışı kadar gerçek.
Çünkü bazı şeyler planlanmaz.
Bazı karşılaşmalar yaşanacaksa, yaşanır.
🎙️ Abeslang, kelimelerin kalbe değdiği yer.
Yeni bölümüyle şimdi Spotify, YouTube ve Apple Podcast’te.
Bu bölümde siyah-beyaz bir tahtanın üzerinde, aşkın stratejisini konuşuyoruz.
Hamleleri kalple, taşları duygularla oynuyoruz.
Kimi zaman bir vezir gibi saldırgan, kimi zaman bir piyon kadar savunmasızız.
Ama bu oyunda kimse kazanmak için oynamıyor.
Mat olsak da kaybetmiyoruz; çünkü bazen teslimiyet de bir sevme biçimidir.
Dinlemek için Apple Podcast, Spotify ve Youtube...
Kelimeyle, sessizlikle ve hafızayla ilerleyen Abeslang bu bölümünde dinleyicisini “su”yun izinden bir yolculuğa çıkarıyor. Elimizde tuttuğumuz bir bardak su, bir anda bir aynaya; bir dostluğa; bir arınmaya ve bir aşka dönüşüyor. Su gibi duru, su gibi akışkan bir anlatıyla; suskunluğun başlangıcından konuşmanın cesaretine, damla damla başlayan bir hissin fırtınaya dönüşmesine kadar aşkın suyla kurduğu bağı şiirsel bir dille işliyor.
Shakespeare’in “insan âşık olduğunda artık kalbiyle görmeye başlar” sözünden Erdem Beyazıt’ın “yaşımdan yorgunum” dizelerine uzanan bir metin… Küsuratları, kusurları görememeyi; suya su katmayı; aşka aşk eklemeyi; koşulsuz sevmeyi ve kana kana yaşamayı hatırlatıyor.
Bölümün tamamı; Spotify, YouTube ve Apple Podcast’te...
Gökyüzü yıldızlarla dolu, uzaklarda bir ses, bir şarkı söylüyor. Kendimize bir yer aramanın, bir omuzda, bir bakışta, bir şehrin ara sokaklarında nefeslenmenin öyküsü bu.
Sevmenin iki yüzü: biri yalnızlıkla kavgalı, diğeri teslimiyetle barışık. Bir kalbin ritminin başka bir kalpte tamamlandığı, bazen bir şarkının adını anmadan hep aynı kişiye seslendiği anlar...
Her kalabalıkta bir boşluk, her boşlukta bir ev hissi…
İkametgâhta yazmayan ama istikamette duran bir ev.
Abeslang bu bölümde kelimelerden çok bakışlarla konuşanlara, sahiplenişi yük değil özgürlük bilenlere, bir sesin gölgesinde bütün gün dinlenenlere selam veriyor. “Varsın olsun” derken aslında “vardın, hep vardın” diyor.
Dinlemek için; apple podcast, spotify ve youtube : abeslang podcast
Sabahın sessizliğinde bir cümle bırakıyoruz: Güneş doğuyor.
Bu bölümde uzaklardan gelenlere, sabaha yer açanlara, sevgiyi bir ayin değil gündelik bir pratik gibi taşıyanlara sesleniyoruz.
Sevmenin grameri üzerine düşünüyoruz:
“Nasılsın?” demenin inceliğini, kelimelerin yükünü sırtlamayı, aynı kibriti hem aydınlanmak hem aydınlatmak için yakmayı.
Ve belki de en büyük itirafı: “Bende yerin var.”
Abeslang’ın 23. bölümü, sevmeyi masumiyetin diliyle anlatıyor.
Bir sabahın ilk ışıklarında, yaraların sarıldığı, kelimelerin paylaşıldığı, kalmanın en büyük cesaret olduğu bir dünyaya davet ediyor.
Dinlemek için hazır olun. Çünkü bu sabah sadece güneş değil, biz de doğuyoruz.
Gece yarısı kıyıya vuran dalgaların arasında, sessizlikle konuşuyoruz.
Bazen uzaklaşan, bazen yeniden yaklaşan deniz gibi hayatlarımızın iniş çıkışlarını dinliyoruz.
Zaman alacaklarını daima alır, bırakın sizden çaldığı düğümleri çözmekle uğraşsın.
Bu bölümde gelgitlerin ritminde, yarım kalmışlıklarımızı, suskunluklarımızı ve dalgaların bıraktığı izleri anlatıyoruz.
Denizin geri çekilirken sakladığı, sonra yeniden getirdiği hisler…
Bize fazla gelen yanlarımız ve görmediğimiz karanlıklarımız…
Biraz dalgalı, biraz durgun.
Ama hep içimizden geçenlerle.
Zamanın reçetesi yok; parayla alınmaz, sigorta karşılamaz. Yine de geçer. Acı da, sevinç de. “Alışmaya çalışıyoruz” deriz, ama biliriz: Alışmak zorunda bırakılır insan. Bir takvimin önünde gençliğini arayan ses, kalabalıkta kısılmış bir nefes, eve dönünce sadece adımların yankısı. Bu bölüm, mecburiyetle kabulleniş arasındaki gerilimi, yokluğun ağırlığını, tutunmanın anatomisini, düşmenin sessizliğini açıyor. “Geçer”in iki ucu keskin sözlüğünü karıştırıyor. Yarım kalan yaşların, ertelenen umutların hesabını soruyor. Eğer sen de cebinde “bir gün” taşıyorsan, bu yolculukta yerin hazır. Abeslang 21. Bölüm: Alışmaya Çalışmak.
Yazın son ışığından düşen ince bir gölgeye oturduk.
Omzumuza hırkayı, kalbimize kırıkları aldık.
Ferit Edgü’nün izinde, ahırda ısınan bit atın nefesiyle yalnızlığın fotoğrafını değil, sesini dinledik.
Çakır’ın suskunluğunda bir soru kaldı havada:
“Benimki gibi bir yaşamın üzerinde senin ne hakkın var, ölüm?”
Cevabı kelime kelime işittik; piksel piksel değil.
Eylülün gölgesinde birisi yazdı.
Eylülün gölgesinde bir yazdı.
Biz okuduk. Siz duyarsınız.
Yalnızlık, sessizlikten bir adım ötede.
İnsan hiçbir zaman tamamlanmaz. Hep bir parçası eksik kalır, hep bir yanıyla yarım. Bu bölümde eksikliğin peşine düşüyoruz. Ezginin Günlüğü’nden Ali Atay’a, şarkılardan filmlere, denizlerin karanlığından içimizin boşluklarına uzanan bir yolculuk… Kaybettiklerimizden, hiç sahip olamadıklarımızdan ve bizi biz yapan eksikliklerden söz ediyoruz.
Eksik kalmış nefesleri, yarım bırakılmış cümleleri, doldurulamayan boşlukları konuşuyoruz. Belki de eksik olan şey biziz. Belki de hayat eksik sandığımız haliyle tamamdır.
Spotify, Apple Podcast ve YouTube’da “Abeslang”ı dinleyin.
Eksik bir şeyler bulacaksınız.
Bu bölümde katlanmanın ağırlığını, izlerini ve dönüştürücü gücünü konuşuyoruz.
Görmezden gelinen pencerelerden, ellerinde mendil satan hikâyelere;
küflenmeye bırakılmış hatıralardan, doğru yerden katlanınca uçağa, şiire, mektuba dönüşen kâğıtlara…
Katlanmak bazen bir çile değil, hayata karşı sessiz bir direnişin, kendi kendini yeniden şekillendirmenin sanatıdır.
Her kırışıklık, bir yol haritası; her iz, hafızanın sessiz bir yeminidir.
Bugün kelimeleri katlayıp cebimize koyuyoruz.
Ve biliyoruz ki, bu cebimizde biriken kelimeler,
her bölümde katlanarak daha da çoğalacak.
Katlanarak dinlemeniz dileğiyle...
Henüz 23 demiştik…
Ama daha 17’ymişiz.
Büyümeye çalışırken, bazı şeyleri gözümüzde ve gönlümüzde büyüttük.
Sonra altında kaldık.
Teoman’ın “Daha 17” şarkısında yarım bırakılmış bir cümlenin peşinden gidiyoruz bu bölümde.
Unutulmuş yaşlara, bastırılmış isyanlara,
“Daha çok yaşayacaktı” denilen kayıplara dönüyoruz.
Kaç yaşındasın diye sorarlarsa,
“Daha…” deyin, geçin işte.
Çünkü bazı yaşlar geçmez,
bazı hikâyeler tamamlanmaz,
bazı şarkılar bitmez.
Bazen bir kelime boğazımıza düğümlenir.
Söylenmek ister ama dudakta susar.
“İyiyim” deriz… ama o kelimenin arkasında bir sessizlik durur.
İşte bu bölüm, sesi bastırılmış kelimelere,
yarım bırakılmış cümlelere,
henüz tamamlanmamış hayatlara adanmıştır.
Ve bir sese:
Henüz 23'ünde çoktan yorgun düşmüş bir sese.
Kevser Nur Tutar’a…
Onunla, dilimize basılmış kelimeleri,
anlamını yitirmiş cümleleri,
ve "hissessizlik" dediğimiz tarif edilemeyen suskunluklarını konuştuk.
Sesiyle değil sadece, suskunluklarıyla da anlattı.
Bazen en büyük şarkılar, sadece içten gelen bir fısıltıdır.
Bu bölüm, anlaşılmayanlara, anlatmaya cesaret edenlere ve kelimeler tükense bile hislerinden vazgeçmeyenlere ithaf edilmiştir.
“Bazı kelimeler sadece soluklanmak içindir."
Uzun bir yürüyüşün ortasında nefeslenir gibi...
Gecelerin uzadığı, gölgelerin yer tuttuğu bu Temmuz akşamında, Abeslang bir ara veriyor. Ne tam bir duruş, ne de sonrasını bekleyen bir hazırlık. Bu bölüm bir duraklama hali. Zamandan, kalabalıktan, gündemden, hayal kırıklıklarından sıyrılan içsel bir sessizlik.
"Bir Ara", ne geçmişte ne gelecekte… tam burada, tam şimdi kendi kutusunda bekleyenleri selamlıyor.
Hiçbir yere yetişmeden, hiçbir şeyi aceleye getirmeden.
Kendinle kaldığın o ince çizgide, kelimeler bu kez seni anlatıyor.
Belki bir köprünün altından geçen suya bakacaksın bu bölümde.
Belki de sadece bir fatura ödemiş gibi geçeceksin içinden.
Ama ne olursa olsun, bu ses tanıdık gelecek sana.
Çünkü aynı cümleyi aynı anda söyleyenler, çoktan buluşmuşlardır bile.
Şimdi, kulak ver:
Bu bir bölüm değil.
Bu, bir ara.
Ve bazen en çok, ara'larda büyür insan.
Bu bölümde bir duvarı boyuyoruz.
Gerçeklerin önünde, hayallerin üstünde bir yerlerde,
Maviden yeşile kusursuz bir geçişle...
Ama bu sadece boya değil.
Bu, Cahit Sıtkı'nın “yaş otuz beş” dediği yerde,
bir “duvar”a yaslanıp kendi ömrümüzü saymak biraz.
Bu, Gibi'deki o duvarı badana ederken
hayatını da baştan yazan Yılmaz’ın sessizliği.
Bu, yalnızca cesurların işi.
Maviciler derdi ki:
Şiir, bir geçiştir.
Sosyal realizmin münasebetlerinden kaçıp
kendi rengini bulan bir başkaldırıdır.
Biz de bu bölümde tam orada duruyoruz:
Mavinin başladığı ve yeşilin henüz bitmediği yerde.
Belki de o yüzden bu bölüm bir podcast değil sadece;
bir fırça darbesi,
bir iç hesaplaşma,
biraz da “var gibi yapmak” meselesi.
Bugün burada, iki ayrı koldayız.
Ama ne başımız eğik, ne de suçluyuz.
Olduğumuz kadarıyla, sevdiğimizce yeterliyiz.
Çünkü bazı sevgiler, aynı sokakta yürümekle değil, aynı şiiri farklı yerlerde ezberlemekle başlar.
İki ayrı insan…
İki ayrı kol…
Ama aynı melodiyi duyuyorsa kulaklarımız,
Akşam olmuş demektir.
Ve akşam olduğunda,
kol düğmeleri bir kutuda kavuşur usulca.
Tıpkı bazı insanların,
bir sabaha karşı hiçbir şey söylemeden birbirine sarılması gibi.
Bu bölümde,
Barış Manço'nun bir sorusuyla açıyoruz kalbimizi:
“Güzel sevmeyene adam denir mi?”
Denmez abi…
O yüzden güzel sevmek gerekir.
Yangından kaçar gibi,
şiire koşar gibi,
bir çatının altına sığınır gibi.
Kol düğmeleri gibi,
ayrı ayrı ama hep bir arada olmanın umuduyla.
Aşk bazen bir şiire sığar,
Bazen bir şiir olur insanın kendisi.
Ama hep bekleyerek tamamlanır.
Çünkü aşkın ekinoksudur beklemekle kavuşmak.
Ve bazı insanlar,
bir gün birleşmek için
öncesiz yaşar hayatı.
Haziranın ortasında, güneş batmıyor gibi…
Ama bir şey eksik.
Biraz uykusuzluk, biraz iç sıkıntısı, biraz da
Kalabalığın ortasında büyüyen yalnızlık.
Bugünkü bölümde;
İstasyonlardan, beklenen trenlerden,
Bir elin parmaklarını geçmeyen mutluluklardan söz ediyoruz.
Cemal Süreya’nın ağustosuna,
Nazım’ın yaşayamayanlarına uğruyoruz.
Yani koca bir takvimi açıyoruz önünüze.
Hesap yapmadan.
Toplamadan.
Sadece çarpılarak.
Bugün bir kapının önünde duruyoruz.
Düşünülüp söylenmemiş ne varsa,
Akıldan geçip dile düşmeyen ne kadar his varsa,
Hepsi bir eşikte bekliyor.
Tahta bir abeslangla açılmaya çalışan ateşten kilitler gibi kapılar var bu bölümde.
Açık olanı da, kapalı olanı da.
Kimi ardına kadar açık ama kimse geçmeye cesaret edememiş;
Kimi öyle kilitli ki, anahtarı yok, çünkü hiç yapılmamış.
Doğruların kapı arkasında saklandığı,
Yanlışların bazen tek doğru çıkış yolu olduğu,
Göreceliğin Einstein’a bile hesap soracak hale geldiği bir bölüm.
Ve eğer bir eşikte duruyorsak,
Bil ki artık yalnız değiliz.
Çünkü bazen kapıyı açmak değil,
O eşiği birlikte beklemek iyileştirir insanı.
Abeslang, 11. kez söylüyor:
Yalnız değiliz, güçsüz değiliz.
Ve bazı kapılar, çalınca değil,
Yumrukla açılır.
Yeni bölüm yayında. Dinlemek, sadece bir kapıyı aralamak kadar kolay.
Bazen sadece kendine varmak istersin.
Sabahın ortasında, bir çayın buharında,
Sessiz bir kahvaltı sofrasında.
Bir istasyonda beklediğin tren henüz gelmemiştir.
Bir pencerenin kenarında sevdiğini beklersin.
Ya da sadece… kendine elini uzatırsın.
Bu bölümde, kendi kendimize konuştuk.
Kendi ismimize, kendi içimize.
Tahta bir abeslangla çayı karıştırır gibi…
Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi varsa eğer,
Belki de bir sabah, biz de birine yeteriz.
Kendimize yettiğimiz gibi...