Kendi kendimizle kavga etmek… Sessiz odalarda yankılanan iç sesler, “yapmalıydın” diyen pişmanlıklar, “yine mi?” diye homurdanan benlikler. Hepimiz bir noktada kendimizi eleştirirken, aslında kiminle hesaplaşıyoruz? Geçmişteki halimizle mi, gelecekteki ihtimallerimizle mi, yoksa şimdiki benliğimizle mi?
Bu bölümde Freud’un bilinçdışı çatışmalarına, Jung’un gölge kavramına, Hegel’in çelişkilerden doğan diyalektiğine ve Sartre’ın özgürlükle gelen yüküne kulak veriyoruz. İçimizdeki çatışmaların sadece bir zayıflık değil, dönüşümün de zemini olabileceğini tartışıyoruz.
Bir türlü başlayamadığın işler, “yarın kesin yaparım” deyip de rafa kaldırdığın kararlar, zamanın ucunda sallanıp duran hayaller… Ertelemenin pençesinden kurtulmak neden bu kadar zor?
Bu bölümde ertelemenin sadece “tembellik” olmadığını, aslında özgürlük, kaygı ve sorumlulukla iç içe geçmiş bir mesele olduğunu konuşuyoruz. Sartre’ın özgürlük yükünden, Epiktetos ve Seneca’nın disiplin öğütlerinden, Byung-Chul Han’ın modern zaman eleştirisinden yola çıkarak ertelemenin felsefi arka planını inceliyoruz.
Zaman hiçbir şey yapmadan akıp gidiyor gibi hissediyor musun? Daha başlamadan bitmiş günler, yetişemediğin planlar, geç kaldığını düşündüğün hayaller… Sanki zamanın bir sahibi var da biz sadece misafiriz.
Bu bölümde zamanı nasıl deneyimlediğimizi, onun felsefi anlamını ve hayatımıza bıraktığı izleri konuşuyoruz. Augustinus’un “Zaman nedir?” sorusundan Bergson’un süre anlayışına, Heidegger’in varlık ve zaman ilişkisine kadar uzanan bir yolculukta, zamanı hem felsefi hem de gündelik açıdan ele alıyoruz.
Bazen kendimize dair en temel soruyu sormasak bile, başkalarının cevabı üzerimize yapışır: “Sen şöylesin, böylesin, aslında budur.” Peki bu cevaplar, kim olduğumuzu gerçekten belirler mi? Yoksa biz, başkalarının tanımlarının ötesinde başka bir şey miyiz?
Herkesin bir fikri var. Ama o fikir kimin ölçüsüne göre doğru, kimin gözünden bakınca yanlış?
Bu bölümde normların, değerlerin ve ölçütlerin kaypak zeminine giriyoruz. Protogoras’dan Nietzsche’ye, Foucault’dan günlük hayatta duyduğumuz “öyle olmaz” cümlelerine kadar…
Toplumsal kuralların arkasında kimin iktidarı var? Ahlaki yargılarımızı biz mi kuruyoruz yoksa başkalarından mı devralıyoruz? Ve en önemlisi: “Kime göre, neye göre?” sorusu bizi özgürleştiriyor mu, yoksa daha da çok sıkıştırıyor mu?
Ayrılıklar yalnızca duygusal bir kriz değil, aynı zamanda felsefi bir mesele olabilir mi? Bu bölümde ilişkilerin bitişini kişisel bir dramın ötesinde, düşünsel bir tartışma olarak ele alıyoruz.
Levinas’ın ötekiye dair sorumluluğundan, Butler’ın toplumsal normların ağırlığından, Simone Weil’in teslimiyet ve özgürlük arasında salınan sevgisinden, Kierkegaard’ın kaygı ve umudu iç içe geçiren aşk anlayışına kadar pek çok bakış açısını bir araya getiriyoruz.
İlişkiler neden biter? Bazen sorumluluğu taşıyamadığımız için, bazen normların bizi boğduğu için, bazen de kendimizi yeniden bulabilmek için.
Dinlerken kendine şunu sorabilirsin: Bir ilişkiyi bitirmek aslında neyi başlatmaktır?
Ev dediğimiz şey dört duvar ve bir çatıdan mı ibarettir, yoksa çok daha derin bir anlam mı taşır? Bu bölümde Heidegger’in “barınma” fikrinden, Herakleitos’un ateşle sembolleştirdiği akışa; Bachelard’ın çocukluk anılarında saklı odalara ve Bell Hooks’un evin bir güven ve aidiyet alanı olduğuna dair görüşlerine uzanıyoruz.
Ev, yalnızca içinde yaşadığımız mekân değil; kimliğimizin, hatıralarımızın ve ilişkilerimizin de barınağı. Peki, ev bize kim olduğumuzu hatırlatır mı, yoksa her dönüşte yeniden inşa mı ederiz?
Dinlerken kendinize de sorun: “Benim için ev neresidir? Bir adres mi, bir duygu mu, yoksa bambaşka bir şey mi?”
Değişim, kriz ve dönüşüm… Bu üç kelime bazen aynı anda hayatımıza sızar, bazen de fark etmeden bizi kökten değiştirir. Peki, yaşadığımız şey gerçekten bir “dönüşüm” mü, yoksa sadece alışkanlıklarımızın yıkılması mı?
Bu bölümde Herakleitos’tan Kierkegaard’a, Irigaray’dan Jung’a, Nietzsche’den Parmenides’e uzanan geniş bir yelpazede filozoflarla konuşuyoruz. Krizin içindeki fırsatı, değişimin huzursuzluğunu ve dönüşümün kaçınılmazlığını masaya yatırıyoruz. Hem felsefi hem de günlük yaşamdan örneklerle, “Bana bir şey oluyor!” dediğimiz anların ardındaki derin anlamı arıyoruz.
Hazırsanız, değişimin kapısını birlikte aralayalım.
Kim, neye göre “normal”?
Yolda yüksek sesle konuşan biri mi daha tuhaf, yoksa içinden geçen her şeyi yutkunan biri mi daha garip?
Toplumun çizdiği sınırlar kimi dışarıda bırakıyor?
Delilik, sadece “ötekilerin” mi hikâyesi?
Bu bölümde Foucault ile akıl hastanelerinin tarihi koridorlarında yürüyor, Butler ile normalliğin cinsiyetlendirilmiş yüzüne bakıyor, Agamben ile istisnaların nasıl kurala dönüştüğünü konuşuyor ve Byung-Chul Han’ın çağdaş toplum analizleriyle norm takıntımızı sorguluyoruz.
“Garip” olan belki de yalnızca görünür olana sığmayanlardır.
Belki de senin normalin, bir başkasının ütopyasıdır.
Senin normalin neye benziyor – ve gerçekten sana mı ait?
Beğenilmek…
Bir ihtiyaç mı, bir tuzak mı, yoksa çağımızın yeni ibadeti mi?
Bu bölümde, dijital dünyada görünür olma arzusunun köklerine iniyoruz.
Rousseau’yla toplumun yargılayıcı bakışına, Lacan’la ayna karşısındaki benliğe, Foucault’yla gözetim düzenine, Arendt’le kamusal alanda görünür olmaya, Butler’la kimliğin performansına ve Byung-Chul Han’la narsisizmin şeffaf toplumuna bakıyoruz.
Beğenilmek istemeyen var mı gerçekten?
Ve ya beğenilmeyince neden bu kadar yıkılıyoruz?
Kendin gibi olmak mı, algoritmanın istediği gibi görünmek mi?
Modern insan gerçekten dinlenebilir mi? Yoksa sadece sistemin sunduğu yeni bir üretkenlik biçimini mi yaşıyoruz?
Bu bölümde tatil kavramını felsefenin merceğinden inceliyoruz:
Heidegger’den “verimlilik saplantısı”, Epikuros’tan dingin haz, Freud’dan bilinçdışının sesi, Spinoza’dan arzunun köleliği, Zizek’ten sistem eleştirisi ve Camus’dan varoluşsal başkaldırı...
Tatile çıkmak, kendinden kaçmak mıdır?
Yoksa en derin yolculuk, hiçbir yere gitmeden düşünmeye devam etmek midir?
Bu bölümde görünmeyen emeğin izini sürüyoruz.
Kahvaltı masasında sessizlik yok, çünkü Hannah Arendt’in “İşe yarayan kim?” sorusu ortalığı karıştırdı. Felsefe tarihinden Arendt’in emek ve eylem ayrımına, Marx’ın üretim ilişkilerinden Bentham’ın faydacılığına, Simone Weil’in görünmeyen emek vurgusundan günümüzün performans toplumuna kadar uzanıyoruz.
Yemek yapan mı daha değerlidir, düşünen mi? Görünmeyen işler neden bu kadar görünmezdir?
Ve belki de en can alıcı soru: Biz kendimizi “işe yarar” hissedebilmek için nelere katlanıyoruz?
Bu bölümde özgür irade dosyasını açıyoruz.
Gerçekten özgür müyüz, yoksa seçim sandığımız şeyler çoktan belirlenmiş mi?
Dennett, Sartre, Nietzsche, Frankfurt, Beauvoir, Epiktetos…
Felsefenin devleri özgürlük, irade, sorumluluk ve karar anı üzerine birbirine giriyor.
Biri deneylerle konuşuyor, diğeri varoluşla. Kimisi içsel özgürlüğü savunuyor, kimisi sistemin dayattığını çözümlüyor.
Seçim yaparken özgür olduğumuzu mu hissediyoruz, yoksa sadece öyle hissetmek mi istiyoruz?
Bilgi çağında yaşıyoruz ama kimseye güvenemiyoruz. Haberler çarpıtılıyor, uzmanlar sorgulanıyor, gerçek bulanıklaşıyor. Peki bu epistemik krizde felsefe ne işe yarar?
Bu bölümde, bilgiye olan güvenin sarsıldığı bir dünyada düşünmenin gücünü konuşuyoruz.
❣️Aşk bir armağan mı, yoksa güzel paketlenmiş bir felaket mi?
Platon’un idealarından Beauvoir’ın özgürlük arayışına, Kierkegaard’ın tutkulu çıkmazlarına uzanan bir yolculuk bu.
🧼 Bulaşıkları kim yıkayacak?
Bu sorunun cevabı bazen sadece evdeki düzeni değil, ahlaki sorumluluk anlayışımızı da belirler.
Bulaşıklar bir metafor olabilir. Ama bu bölümde... köpüğün altındaki hakikatlere birlikte bakıyoruz.
🎧 Dinlemeye hazır mısın?
Felsefe bilmeden de felsefe yapılır mı?
“Felsefe Hakkında Hiçbir Şey Bilmiyorum”un ilk bölümünde, düşünmenin anlamını sorguluyoruz.
Kant verandada çay içiyor, Arendt gazeteye göz atıyor, Sokrates her zamanki gibi soru soruyor.
Bu villada her şey olabilir. Çünkü biz burada düşünmeyi ciddiye alıyoruz — ama her şeyi çok da ciddiye almıyoruz.