Ece bu bölümde, kendin olabilmekten bahsediyor. Atabileceğimiz en zor adım, alabileceğimiz en büyük risklerden biri, kendimiz olmak ama buna rağmen ve belki de bu yüzden, çoğu zaman hayatımızı, başka birisi olmak zorunda hissetmediğimiz son anın peşinde geçiriyoruz. Kim olduğumuzu, kendi hikayemizi kendi kelimelerimizle ve kendi sesimizle anlatabildiğimiz son anın peşindeyiz.
Bu podcast, Yaris Poster hakkında reklam içerir. Bazen tek bir şeyi değiştirmek bile, birçok şeyi değiştirebiliyor; her zaman yürüdüğün yoldan başka bir yola sapmak ya da evine yeni bir perde, bir tablo asmak gibi. Boş bir duvarda sevdiğin bir posteri görmek, bir anda eve senden bir şeyler katabiliyor.
Yaris Poster, tam da bu küçük değişikliklerin markası. İstediğin posterleri seç, çerçevelet, duvarına as ve sonra da o küçük değişikliğin evi nasıl biraz daha sen yaptığını fark et.
AYNIAMABASKA60 koduyla, %60 indirim seni bekliyor, posterleri keşfetmek için: https://yarisposter.com/?sca_ref=9952570.nKlDhsrNh04tlLfE
Ece bu bölümde, her düşüşümüzde bize kalkmayı ve hatta bazen yeniden yürümeyi öğreten; nereden geldiğimizi bir hatırlatan, karanlığın sonsuza dek sürmeyeceğini gösteren, kim olduğumuzu, ne olduğumuzu yan yana yürürken öğrendiğimiz arkadaşlarımızdan bahsediyor.
Bazılarının elini okul sırasında tutuyoruz ve hayatımız boyunca bırakmıyoruz; bazılarıyla yara bere içindeyken, bazılarıyla dünyanın aydınlık olduğunu fark etmişken karşılaşıyoruz. Bazıları bize yol gösteriyor, bazılarına biz rehberlik ediyoruz.
Bazen birbirine yaklaşıp uzaklaşan çizgiler gibiyiz ve bazen de birbirimizin hayatına kıyılarından dahil oluyoruz. Ama galiba yapabileceğimiz tek şey, her ilişkinin kendine has bir ritmi ve dallanıp budaklanma şekli olduğunu kabul etmek. Ve bazen, sadece yan yana kalabilmeye devam ederek kaybederken bile kazanabileceğimizi fark etmek.
Ece bu bölümde, hayatımız boyunca bizi bir yerlere sürükleyen meraktan bahsediyor.
Yolun sonunda ne olduğunu merak ederek adım atarız; cevabını merak ettiğimiz için soru sorarız, bazen ne olacağını merak ettiğimiz için çoktan terk etmemiz gereken bir yerde kalmaya devam ederiz, değişip değişmeyeceğini merak ederek birinin elini tutarız. Bize ne olacağını merak ederek elimizi ateşe uzatırız.
Merak etmek biraz cesaret istiyor. Ama galiba merak edebilmek, etmemekten daha iyi. Çünkü hikayenin sonunu, tüm soruların cevaplarını; köşeyi döndüğünde neyle karşılaşacağını bildiğini düşündüğünde merak etmezsin. Geçmişteki bir hikayenin etkisi hala sürüyorsa, yeni olan her şey aynı sona varacakmış gibi gelir; yani sadece bir şeyi, birini artık merak etmemek değil ama artık başka bir şeyleri merak edebilmek, bence çoğu zaman bir dönüm noktası, kapanan bir yaranın; iyileştiğimizin göstergesi.
Ece bu bölümde, var olmuş olan insanların tümü; yanından geçtiğimiz herkes için tanıdık olan duygulardan bahsediyor.
Duygularımızı görmezden gelebiliriz, kalbimizi birine açmaktan sonsuza kadar vazgeçebiliriz. Tüm hislerimizi masaya yatırıp hepsinin her detayını inceleyebilir, kendimizi aslında gerçek olmadıklarına; anlamsız ve değersiz olduklarına ikna edebiliriz. Bir şey hissetmekten sonsuza kadar kaçabilir, aşkımızı, korkumuzu, heyecanımızı bir sır gibi saklayabiliriz.
Ya da belki onu yaşarız ve bu bizim daha önceki bir ilişkide bize anlatılan hikayeyi kendimize anlatmaya devam etmekten vazgeçişimiz, artık bir yumak haline gelmiş dünün duygularıyla bugününkileri ayırıp dün ve bugünün sınırını tekrar çizme şeklimiz olur.
Ece bu bölümde, yirmili yaşlarda hayatın neye dönüştüğünden bahsediyor.
Yirmilerimizde rutinler kuruyoruz, rutini bozuyoruz; insanları geride bırakıyoruz. Yalnız gittiğimiz ilk doktor randevusunda, kendi evimizde ağırladığımız ilk misafirde, geçmeyecek gibi hissettiren bir kalp kırıklığından sonra; limanını terk etmiş, ama henüz ufukta başka bir kara parçası da göremeyen bir yelkenli gibi denizin ortasında olduğumuzu fark ediyoruz. Yirmilerde, açık denizlerdeyiz.
Ece bu bölümde, okulun ilk gününden bahsediyor.
Bugün kime dönüşmüş olursak olalım ya da kaç kere yeniden başlamış olursak olalım, geçmişte bir yerde her şeyin çok başında, okul bahçesindeki kalabalığın içinde; hem eve dönmek için hem de burada kalıp yeni bir şeyler denemek için sabırsızlanan biri var ve izleri bize hala eşlik ediyor.
Daha sonra, o okulu, bahçeyi çok geride bıraktığımızda, Eylül ayı bizim için artık bambaşka anlamlar taşırken bile; tüm detayları değişse de, bu hikaye kendini tekrar ediyormuş gibi geliyor bana. Kaç yaşına gelmiş olursak olalım, hala kocaman bir okul bahçesindeyiz, önümüzde uzun bir gün, yeni bir sene var, burda zaman bazen hızlı bazen çok yavaş akıyor; bazen susmak bazen konuşmak istiyoruz ve aslında hepimiz, tanıdık bir yüz arıyoruz.
Ece bu bölümde, beklentilerden bahsediyor. Beklentiler, hayatımızın her anında bir sonraki hamlemizi belirliyor. Beklentilerimiz, önümüzde fethedilmeyi bekleyen topraklara benziyorlar ve biz de aslında bizi zafere götürecek hamlelerin peşindeyiz.
Peki beklentilerimin, bana yolumu mu gösterdiğine yoksa beni, yaşadığım her şeyi, var olmayan bir hayalle kıyaslamaya zorlayıp, elimden bugünü çalmadığına nasıl emin olacağım?
Yol kenarlarında, freni tutmayan arabalar için kaçış rampaları var. O rampada hızını kaybediyosun; yavaşlıyosun. Aslında orası, seni “durmaya zorlayan” güvenlik alanı yani hem kurtarıcı hem de yolun sonu. Çünkü beni koruyor ama gittiğim yolu da yarıda bırakıyorum.
Beklentilerimin, elimi uzatsam dokunacağım bir deneyimden, bir şey hissetmekten, denemekten ve belki kırılmaktan; ilerlemekten kaçmak için arkasına sığındığım bir çeşit kaçış rampası olup olmadığını nasıl anlayacağım?
Ece bu bölümde, hayatımız boyunca olmasını beklediğimiz, olması için uğraştığımız; mum üflerken yeni yaşımızdan, kayan bir yıldızdan ya da yeni yıldan bize getirmesini istediğimiz dileklerimizden, onlarla karşılaşınca ne yaptığımızdan ve doldurmaya çalıştığımız boşluklardan bahsediyor.
Gerçekleşmesini beklediğimiz bir hayalin, gerçeğinden daha parlak olması gibi; kaybettiğimiz bir şeyin arkasında bıraktığı boşluk da kaybedilenin kendisinden büyük olabiliyor.
Gelecek, önümüzde, vaatlerle dolu, açılmasını beklediğimiz bütün kapıların anahtarını saklayan “harika bir karmaşa” gibi gözüküyor ve biz bazen; ona ulaşmak yerine sadece yaklaşmaya devam etmek istiyoruz.
Olmasını çok istediğimiz, her anını her detayını ince ince düşündüğümüz bir şey gerçekten önümüze geldiğinde öylece durup kalışımız ve hatta bazen önümüzden geçip gitmesini izlememiz; açılmasını çok uzun süre beklediğimiz bir kapı açıldığında hızlıca içeri dalmayıp eşikte durarak, şimdi artık sanki daha parlak gelen geçmişe biraz uzun bakmamız bu yüzden.
Ece bu bölümde, birinin hikayesine dahil olmaktan ve bildiğimiz, planladığımız rota biraz değişirken; olduğumuz ve olmadığımız şeyleri tekrar tekrar bulabilmekten bahsediyor.
Tanıdığımız herkes, bizi biraz kendimize bakmaya da itiyor. Yani birini tanımak, hem o güne kadar aynalardan gözümüzü kaçırırken birden tamamı aynayla kaplı bir odaya girmeye benziyor; hem de iki aynanın karşı karşıya gelip sonsuz olasılık oluşturmasına, çünkü birbirimiz için birçok şey olabiliriz.
Aslında olduğumuz ve asla olmadığımızı savunduğumuz şeyler arasında sandığımızdan daha ince bir çizgi; kabul olan dilekler kalp kırıklıkları, büyük acılar ya da büyük mutluluklar gibi değişen koşullarla bir anda aşılabilen, düşündüğümüzden çok daha kısa bir mesafe var. Neye dönüşebileceğimizi bilmiyoruz.
Ece bu bölümde, zamanı gelince bir yeri terk edebilmekten ve kendin için; kendi kendine var olabilmekten bahsediyor.
Öncesinde bunu kendim için gerçekten isteyip istemediğimi sormadan, bir başkasının bunu görünce nasıl hissedeceğini düşünerek geçtiğim her yer, gördüğüm her şey; oturduğum bütün masalar ve tanıştığım tüm insanlar; dekor.
Ne yaptığım kadar neden yaptığım da önemli. Başta beni ısıtan şey, zamanla beni yakabilir ve yapabileceğim en cesurca şey; beni hikayemin kahramanı yapacak olan şey, oradan kaçmak olur.
Ece bu bölümde, geçmişteki bugün hayalimizden ve kendi hikayemizdeki rolümüzden bahsediyor.
“Bugün inişlerini ve çıkışlarını, neye dönüştüğünü ya da belki sonunu bildiğimiz bir hikayenin yeni olduğu zamanlarını düşünmek; şimdi yıkık dökük halini gördüğümüz bir yerin, eski görkemli günlerini birinden dinlemek gibi.”
Hepimiz bazı hikayelerde geride bırakılanız, geride bırakanız; bekleyen ya da kaçak olanız. Bugün bulunduğumuz yerden hangi tarafa gideceğimiz de, neyi geride bırakıp ne için çaba harcayacağımız da birer tercih.
Ama galiba, yönümüz ve hızımız, hatta yolumuz değişse de, kendi peşimizden gitmeye devam etmemiz gerekiyor.
Ece bu bölümde, bize kendini bazen dilimizin ucuna gelse de söyleyemediklerimizde, bazen geçmememiz gereken sarı çizgide; ya da çalmadan önce derin bir nefes aldığımız kapılarda, içimizi kemiren ama soramadığımız sorularda hatırlatan sınırlardan bahsediyor.
Kim olduğumuzu anlatmanın birçok yolu var ve bazen, kendimize ya da başkalarına kim olduğumuzu söylemek için sınırlar çiziyor; o sınırları kurcalıyor, sorguluyoruz.
Çoğu zaman kendimize, bazen de başkasına giden yollar, bugün bildiğimiz sınırlarımızın ötesinden geçiyor. Ama, hangi sınırı aşmamız, hangisine sadık kalmamız gerektiğini görmek için, bu yola çıkmadan önce kendimizle tanışmamız ve sonra da belki, kendimizi yenmemiz gerekiyordur.
Ece, bu bölümde, herkesi başka zamanlarda yakalayan; birşeyleri geride bırakma, "yeniden başlama" isteğinden bahsediyor.
Bazen gece yarısı, kendimizle yaptığımız hesaplaşmaların sonunda; bazen biriyle tanıştığımızda, ya da biriyle yeniden tanıştığımızda; bir yeri, bir yaşı ya da koca bir yılı geride bırakırken, kendimize dair bazı parçaları geride bırakmayı diliyoruz. Geçmişimizle bugünümüz uzlaşmadıkça, hayatımıza yeni dahil ettiklerimizle inşa ettiğimiz “bugün”, içindeyken yıkılmaz sandığımız bir kumdan kaleye benziyor. O kale, ne kadar güçlü, büyük ya da ince ince işlenmiş gözükürse gözüksün, kumdan.
Ve geçmişten gelen bir dalganın bugünü dağıtması kaçınılmaz.
Bugün hayatında önemli bir yeri olan biriyle ilk tanıştığın, hala yabancı sayıldığın zamanı düşünmek; uzun yıllar yaşadığın bir yere geldiğin ilk günü hatırlamak gibi.
Buraya gelirken beklentilerin vardı, ya da korkuların, kendine koyduğun kurallar; burada gözüne batan, anlam veremediğin detaylar oldu. Ama şimdi, geldiğin ve bir zamanlar yabancısı olduğun bu yerin sokağındaki sesler, sana ev hissi veriyor; acemisi olduğu bir yer artık senin dönmek istediğin yer; hikayenin yok sayılamaz bir parçası.
Biriyle tanışırken, hayatımızda nasıl bir rolü olacağını bilmiyoruz. Ve birini tanıyarak, onun tanıdık bir yabancıya dönüşmesi riskini de alıyoruz. Ama galiba bazen, birilerinin bize, bu riskin alınmaya değer olduğunu göstermesini istiyoruz ve belki de hepimiz zaman zaman, birinin bizim için bu riski aldığını da görmek istiyoruz.
Geçmiş ziyaret etmeyi bırakmayacağımız bir yer. Burada girmediğimiz sokak, ayak basmadığımız bir nokta olmasa da. Hatta bütün bu yer bizim adımlarımızın çizdiği sınırlarla oluşmuş olsa da, biz her seferinde burada aynı heyecanla dolanıyoruz.
Bazen gördüğümüz bir fotoğraf, tesadüfen duyduğumuz bir şarkı, duyduğumuz bir koku ya da bir tat bizi o an bulunduğumuz andan alıp, geçmişe götürüp bırakıyor. Yani bizi saran nostalji, hem bizi şimdiki andan alıp geçmişe götüren bir zaman makinesi gibi işliyor, hem de, bizi bir noktada çok mutlu etmiş olan bir anı bugün acı verici bir şeye dönüştürebilen bir çeşit büyü gibi.
Peki ben bitmiş bir şeyi tekrar yaşarken, başka bir ses, beni bugüne geri getirdiğinde; biri bana hikâyenin sonunu hatırlattığında ve düşünmenin ya da her detayın üzerinden tekrar tekrar geçmenin o sonu değiştirmeyeceğini fark ettiğimde, o değiştiremeyeceğim ve birlikte yaşamak zorunda olduğum geçmişle ne yapacağım?
Hayatımızın herhangi bir noktasında bize bir şey hissettirmiş olan herkes, bize kendinden bir şeyler bırakıyor. Bu bazen artık bizim bir parçamız haline gelmiş bir alışkanlık oluyor, bazen ne zamandır sahip olduğumuzu bilemediğimiz korkularımız. Ve birinin sana bıraktığı alışkanlıklardan, korkulardan, hayal kırıklığından kurtulmak, sendeki eşyalarını geri vermek kadar kolay olmuyor.
Geçmişi taşımaya devam ettiğimiz sürece, bugün başımıza gelen en güzel şeyler bile, başka bir anın yerini almaya çalışan bir an gibi yaşanıyor. Bir şeyler bittikten sonra, “Sanki bir şeyler eksik” hissi, her şeyin üstüne yapışıyor. Peki ben ne zaman geçmişi taşımayı bırakıp, bugünü yaşamaya başlayacağım?
Ece, bu bölümde herkesin hayatının bir noktasında karşılaştığı bir sözü konuşuyor; “Bir kapı kapanır, bir kapı açılır.”
Şu an hissettiğimiz acı, hayal kırıklığı ya da yarım kalmışlık hissi geçecek ve yeni kapılar açılacak. Bugün bizi çok üzen bir hikayedeki isimler ya da yerler artık bizim için büyük şeyler ifade etmiyor olacak; bu yara o kadar iyi iyileşecek ki, iz bile kalmayacak. Peki, o ana kadar ne yapacağız?
Ece, ilk bölümde korku ve kaygıyı konuşuyor. Aslında bizi korumak için var olan bu iki duygu, yeni başlangıçların, en heyecan verici anların üzerine bazen bir sis gibi çöken ve deneyimden çalan bir duyguya dönüşünce, bizi çok iyi tanıyan bu tanıdık sesin bize söyledikleriyle ne yapacağız?