Hâsılı: Allah, olmuş-olacak her şeyi ihata eden geniş ilmiyle; sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden tayin edilmiş olması, mesuliyeti giderici değildir. Zira takdir, onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de muâhezeye tâbi tutulacaktır.
Yâ Rabbi, Senden ne gelirse gelsin makbulümdür.
Hoştur bana Senden gelen, ya hıl’at ü yahut kefen;
Ya taze gül, yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş.
Bir keresinde bu meselenin izahını yaparken birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum!” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhî olduğum hâlde nâmütenâhî arzularımla duydum bu sesi.
Evet, esasen ben Allah’ı da hakkıyla bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrak edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile onu duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhîyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda Cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var ki, bundan dolayı ben “Onu duydum.” diyorum.
İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Hâlbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hak’tan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. Onun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (celle celâluhu), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet, bu zaviyeden bakılacak olursa herkes için ve her zaman ve zeminde lâzımdır.
Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır. Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır. İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz. İşte bizdeki bu teslimiyet, meşîet-i ilâhiyenin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve mârifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor. Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz. Cenâb-ı Hak, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! Âmin.
Cenâb-ı Hak, her şeyi kuşatan ilmiyle, ileride bizim iradelerimizle yapacağımız her şeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor.. sonra da bunları birer plan hâlinde Levh-i Mahfuz’a kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor, böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor. Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor. Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, “Allah dilerse bir şey olur, Allah bir şeyin olmamasını murad buyurursa o şey de olmaz.” kanaat ve inancını taşıyoruz.
Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvelâ meşîet-i ilâhiyeyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın. Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir. İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk hâline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır.
Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz. Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir. Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliğinin dahi olmadığı müşâhede edilecektir. Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır. Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir. Çünkü ikinci kitabet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır.
“Hz. Âdem ile Hz. Musa (aleyhimesselâm) Efendilerimiz karşılaştılar, yüz yüze geldiler. (Bu karşılaşma misal âlemine ait bir tablodur.) Hz. Musa (aleyhisselâm), Hz. Âdem’e dedi ki: Sen bizim babamız Âdem’sin. Bizi haybet ve hüsrana uğrattın; Cennet’ten çıkmamıza sebep oldun!”
Bunun üzerine Hz. Âdem ona şu karşılığı verdi: “Sen ki Musa’sın. Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi. Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?!”
Allah Resûlü sözünün burasında durdu ve üç defa “Âdem, Musa’ya galebe çaldı.” buyurdu.
Evet, her insan, dünyaya gelirken, kendisini böyle zirvelere ulaştıracak bir rehberle dünyaya gelir. Ama maddeye inhimak eden ve Allah’ı, laboratuvarda arayan nâdân, vicdanının sesine kulak tıkadığı, onu hiç çalıştırmadığı, hatta körelttiği, paslandırdığı için bu rehberi gerçek yüzüyle tanıyamayacak ve bu rehberden faydalanılması gereken ölçüde faydalanamayacaktır.
Ey delikanlı, sana bir şeyler öğreteceğim! Allah’ın emir ve nehiylerini gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın. İstediğini sadece Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile. Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, Allah’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar. Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur.
Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir arıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize bir şeyi, yani bizde bir iradenin oluşunu ispat eder. İster buna irade, ister cüz-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü ispat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.
Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alâkalıdır. Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda carî olan kaderdir. Bu kader âlemşümuldür. Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz. Allah (celle celâluhu) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz. O, Cebbar’dır. Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır. Fakat hikmet bağlayıcı değildir.
Şu anda derli toplu bir kitap olarak istifademize sunulan bu eserin ilk üç bölümü Muhterem Hocaefendi’nin “Kader” adı altında yapmış olduğu seri vaazları ihtiva etmektedir. Bu vaazlar, önce dökümü yapılmış, sonra yazı diline çevrilerek, Hocamızın tashihine sunulmuş, tashih sonrası da âyet ve hadis tahriçleri yapılmıştır. Kitabın dördüncü bölümü ise yine Hocaefendi’nin kader hakkında kendisine muhtelif vesilelerle sorulan sorulara verdiği cevaplardır. Kitabın sonuna okuyucuların istifadesi adına karma indeks ilave edilmiştir.