Şimdi bütün bu dağınıklıkları gidermek ve durgunlaşan aktivitemizi kendi düşünce ufkumuza göre harekete geçirmek yine bize ve bu ülkeyi seven herkese düşüyor. Evet, bir kere daha millî ruh harimine çekilip iradelerimizin hakkını son santimine kadar kullanarak, bunca yıllık mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin bilediği bir azimle, tıpkı havariler ve ilk Müslümanlar gibi “Bir kere daha yolculuk” deyip, nerede bir insan var, orada iman, iz’an ve irfan da olmalıdır duygusuyla ömürlerimizi hicretten hicrete göçlerle derinleştirerek, bundan sonraki hayat dantelâmızı, Hakk’ın hoşnutluğuna ermiş hakikat erlerinin düşünce ve aksiyon kanaviçeleri üzerinde örgülemeye çalışmalıyız.
Biz inanıyoruz ki, bugün yeryüzünde hemen herkes, bu kıvamda gönüllerin kendilerine uzatacağı elleri öpüp başına koyacaktır. Yapılabildiği takdirde; dinimizin, dilimizin, ülkemizin, ülkümüzün bayraktarlığını yapacak bu olgun ve oturmuş iradeler, ülke ülke seyahatler tertip edip, kapı kapı dolaştıkları her yerde, Hızır gibi karşılanacak ve sundukları düşünceler de âb-ı hayat gibi içilecektir. Evet onlar, uğradıkları her yerde Musa-Hızır arkadaşlığı içinde sonsuza açılacak; Zülkarneyn bekleyenlere koruyucu setler inşa edecek ve asırlardan beri ömrünü mağaralarda geçiren münzevilere de “ba’sü ba’de’l-mevt”e giden geçitleri göstereceklerdir. Kim bilir belki de, uğradıkları her yere, asırlardan beri beklenen en kapsamlı bir ulu Rönesans düşüncesinin ilk kıvılcımlarını da onlar götüreceklerdir...
Herkes, ciddî bir ferdî sorumlulukla “İş başa düşüyor; gücümün yettiğince ben yapmazsam, her hâlde başkaları da yapmayacak!” diyerek atını mahmuzlayıp en ön saflarda bayraktarlığa koşmalıdır.. rekabete girmeden, kıskançlık göstermeden, sağında ve solundakilerine de hareket ve yürüme imkânı vererek hep bayraktarlığa koşmalıdır. Pek çoğumuz itibarıyla şimdiye kadar bilerek veya bilmeyerek yaptığımız işlerin bir kısmı kalblerimizi söndürdü ve ruhumuzun gözlerine kezzap gibi aktı. Bu karanlık dönemde millet olarak büyük ekseriyetimiz silkinip mahiyetindeki hakikat nurlarını uyaramadı ve dirilişimizin suyu, havası, kuvve-i inbâtiyesi gibi hayatiyet ifade eden mânevî dinamiklerine ulaşamadı. Şimdilerde olsun, mevcudiyetimizi devam ettirebilmek için kendi kendine ayakta duramayan sarmaşıklar gibi kendi dışımızda bir dayanak arayacağımıza, kendi potansiyel gücümüzü, ötelerle alâkalı bütün irtibatlarıyla ortaya çıkararak O’na sırtımızı verip yürüyebiliriz.
Bu itibarla da, bugün bize düşen şey, kendi mânâ kökleriyle sımsıkı irtibatlı olarak yenilenmeye hazırlanırken, kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasını bilen, yani dünkü güftelerimizi hiçbir şeye takılmadan bugün de yorumlayıp seslendirecek ve bize her zaman ayrı bir televvünle gönüllerimizin heyecanlarını duyurabilecek bu kahramanları yetiştirmek düşüyor. Aslında, onları yetiştireceğimiz güne kadar, iş bilmeyen yabancı çırakların elinde harap olup gideceğimiz de kaçınılmazdır. Tabiî bu arada, topyekün insanlık da, vicdanıyla arayıp aklıyla bir türlü bulamadığı ezelî ve evrensel değerlerin yerini hep, kendi kadim ustûreleriyle doldurmaya çalışacak ve tatminsizlikten bunalıma, bunalımdan yeni yeni tahriplere sürüklenip gidecektir.
Bazen çok küçük bir hareket bile yıllar ve yıllar sonra çok önemli bir oluşumun başlangıcı olabileceği gibi, yanlış bir kanaat, hatalı bir davranış da çağları sarsacak pek çok olumsuzluğu netice verebilir.
Bu itibarla da, şimdilerde bir kısım bahtiyar nesillerin, hayır düşünceleri üzerine örgüledikleri mini mini nakışlardan, mutlu yarınların rengârenk ve bütün insanlığın alâka duyacağı mübarek dokuların meydana geleceğini bekleyebiliriz.
1. Her şeyden evvel mefkûre insanı bir sevgi kahramanıdır. O, Allah’ı deli gibi sever ve bu engin sevginin kanatları altında bütün varlığa karşı derin bir alâka duyar
2. Gerçek mefkûre insanı, aynı zamanda bir hikmet eridir.
3. Mefkûre insanı, içinde yaşadığı topluma karşı tam bir sorumluluk örneğidir.
4. Seviyeli bir mefkûre insanı, gönül verdiği değerlere saygıyı bir murâkabe derinliğiyle duyar, bir ibadet neşvesiyle yerine getirir ve hep bir aşk ve heyecan insanı olarak yaşar.
5. Evet, bugün bizim, şuna-buna değil; böyle yüksek karakterle idealize edilen ufuk insanlara ihtiyacımız var.
Bir zamanlar bizim düşmanlarımız cehalet, fakirlik, tefrika ve taassup gibi şeylerdi. Şimdilerde bunlara hilebazlık, zorbalık, sefahet, müstehcenlik, vurdumduymazlık ve kozmopolitlik de ilave oldu. Nezahet-i diniye, safvet-i fikriye ve heyecan-ı milliyesini koruyanlar, bugün olsun böyle bir endişe taşıyanlar beni mazur görsünler, bir hayli zamandan beri genç nesiller ve safderûn bir kısım kartlar, çok masum heyecanlarla saptırılmakta, aldatmama ve aldanır olma karakterinin gadr u efgânını yaşamakta ve bütün kerameti süslü-püslü anlatılmasında bir kısım çarpık ideolojilerle baştan çıkarılmakta. Bazı kesimleriyle dahi olsa, milletçe böyle bir düşünce inhirafı ve şahsiyet kayması ise, bu mübarek ülkenin yeni baştan işgali demektir.
O, şahsî hayatı itibarıyla, gözü hep örnek insan olma ufkunda.. ilâhî emir ve yasakları temsilde evliyâ ve asfiyâ ile atbaşı ve “kılı kırk yararcasına” sözüyle ifade edilemeyecek kadar dakik ve ince. Hakikî Müslümanlığı yaşamadaki kahramanlığı, Hakk’ın sevmediği şeylere karşı ortaya koyduğu tavrı, inançlarını hayata geçirme yolunda başına gelecek şeylere karşı fütursuzluğu ve mukavemeti tasavvurlar üstüdür. Hele mâşerîliğindeki enginliği, Hak eri ve halk insanı olmadaki derinliği, Allah’a ve O’ndan ötürü varlığa karşı duyduğu aşkı, şevki, alâka ve endişeleri ifadelere sığmayacak ölçüdedir.
Düşünce ve aksiyon insanı; hareket eden, planlayan, dünyaya yeniden nizam verme hafakanlarıyla oturup kalkan, asırlardan beri yıkageldiğimiz ruh ve mânâ heykellerimizi yeniden ikame etme hareketini temsil eden, tarihî değerlerimizi bir kere daha yorumlayan; hareketten düşünceye, düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahat kullanmasını bilen ve kendi ruh ve mânâ kanaviçelerimize göre bize yeni yeni dantelâlar ören bir hamle insanıdır.
Yeryüzü mirasçıları olarak mücadele çizgimizi aksiyon ve düşünce sözcükleriyle hulâsa etmemiz mümkündür. Zaten, hakikî var olmanın yolu da aksiyon ve düşünceden geçer. Kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünceden. Aslında her varlık bir başka zaviyeden, hareket ve bazı disiplinlerin ürünü gibidir; bekâsı da yine hareket ve o disiplinlere bağlıdır.
Şûrâyı önemsemeyen bir toplum tam mü’min sayılamayacağı gibi, onu uygulamayan bir cemaat de, kâmil mânâda Müslüman kabul edilmemiştir. İslâm dininde şûrâ, hem idare edenlerin hem de idare edilenlerin mutlaka uymaları lâzım gelen hayatî bir esastır. İdareci; siyaset, idare, teşrî ve toplumla alâkalı daha pek çok meselede istişarede bulunmakla; idare edilenler de, kendi görüş ve düşüncelerini idarecilere bildirmekle sorumlu tutulmuşlardır.
Daha önce, icmâlen yeryüzü mirasçılarının vasıflarına işaret etmiştik. Şimdi o hususları biraz daha açarak netleştirmek istiyoruz.
1. Mirasçının birinci vasfı, kâmil imandır.
2. Mirasçının ikinci vasfı, yeniden dirilişin en önemli iksiri sayılan aşktır.
3. Mirasçının üçüncü vasfı; akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek olacaktır.
4. Mirasçının dördüncü vasfı; onun, kâinat, insan ve hayat mülâhazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir.
5. Mirasçının beşinci vasfı; onun hür düşünebilmesi ve düşünce hürriyetine saygılı olması şeklinde hulâsa edilebilir.
6. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu.. ne var ki, her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı mânevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır ki, bu da yeryüzü mirasçılarının altıncı adımının hulâsasıdır.
7. Mirasçının yedinci vasfı; riyâzî düşüncedir.
8. Şimdilerde muğlak ve israf-ı kelâm gibi görünen, fakat gelecekte büyük yankıları olacağına inandığım riyâzî düşüncenin de küçük bir hulâsasını verdikten sonra; sanat düşüncemizi sekizinci vasıf olarak hatırlatmak icap ederdi. Ancak şimdilik belli mülâhazalara binaen, Jülvern gibi: “Bir kısım çevreler bizim kriterlerimiz içinde henüz böyle bir yolculuğa hazır değiller.” deyip böylece bu mütalaamızı da noktalıyoruz.
Bizim mânevî hayatımızın temeli, dinî düşünce ve dinî tasavvurlara dayanır. Bugüne kadar varlığımızı onlarla sürdürdüğümüz gibi, hamlelerimizi de onlara dayanarak gerçekleştirmişizdir. Onlardan tecrit edildiğimiz zaman kendimizi bin sene gerilerde buluruz. Gayesi, insanı ve kâinatı mânâlandırma, insanî ruha ve öze açık olma, dünyaları aşan arzuları gerçekleştirme, vicdandaki ebed duygusunu cevaplama... gibi hususlardan ibaret olan din, sadece ibadetlerden ibaret değildir; o, ferdî, içtimaî bütün hayatı kucaklar.. aklî, ruhî, kalbî her şeyimize karışır.. ve niyetlerimize göre her davranışımıza boyasını çalar ve her şeyi kendi rengiyle bürür.
Bu itibarla, yeryüzüne mirasçı olmak için, evvelâ, salâhate, yani dinin Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yaşanmasına ve İslâm’ın hayata hayat olmasına gayret etmek; sonra da çağın ilim ve fenlerine vâris olmak şarttır. Şu husus hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır: Kâinatta, kudret ve iradenin tecellîleri olarak bildiğimiz “şeriat-ı fıtriye” ve kelâm sıfatından zuhur eden ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumlar veya mânevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan ümmetler, milletler bugün hâkim olsalar da yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış milletlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum kendi iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe –ruhta, mânâda deformasyona uğramak– Allah ona bahşettiği lütufları geri alarak o toplumu değiştirmez.” mealiyle arz edeceğimiz âyet de, hâkimiyet-mahkûmiyet, aziz olma-zelil olma hususlarında önemli bir esası hatırlatmakta ve hâlihazırdaki Müslümanların ciddî bir boşluklarına parmak basmaktadır.
Yakın geçmişi itibarıyla bütün İslâm dünyası, inancı, ahlâkı, düşünce sistemi, maarif ve sanayii, âdet ve an’aneleri, siyasî ve içtimaî durumu itibarıyla en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamıştır.Bir zamanlar bütün milletler arasında dindarlardan daha dindar, ahlâken oldukça mazbut, örf, âdet ve an’aneleriyle bir hayli sağlam, siyasî ve içtimaî ufuklarıyla dünyayı idare etmeye namzet ve düşünce sistemleri ile de hemen herkesten ileri görülen Müslümanlar; dinlerini arızasız yaşamaları, ahlâkî mükemmeliyetleri, ilim düşünceleri, hemen her zaman yaşadıkları çağın önünde bulunmaları, ilham, akıl ve tecrübe sacayağını iyi değerlendirmeleri sayesinde Pireneler’den Hint Okyanusu’na, Kazan’dan Somali’ye, Puvatya’dan Çin Seddi’ne kadar çok geniş bir dairede akıllara durgunluk verecek şekilde mükemmellerden mükemmel bir idareye muvaffak olmuş.. ve cihanın en karanlık çağları yaşadığı bir dönemde idare hudutları içinde ve vesâyetleri altında bulunan milletlere, âdeta ütopyalarda resmedilen sistemleri yaşatmış ve dünyayı Cennet’in bir buudu hâline getirmişlerdi.