
Bu itibarla, yeryüzüne mirasçı olmak için, evvelâ, salâhate, yani dinin Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yaşanmasına ve İslâm’ın hayata hayat olmasına gayret etmek; sonra da çağın ilim ve fenlerine vâris olmak şarttır. Şu husus hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır: Kâinatta, kudret ve iradenin tecellîleri olarak bildiğimiz “şeriat-ı fıtriye” ve kelâm sıfatından zuhur eden ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumlar veya mânevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan ümmetler, milletler bugün hâkim olsalar da yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış milletlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum kendi iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe –ruhta, mânâda deformasyona uğramak– Allah ona bahşettiği lütufları geri alarak o toplumu değiştirmez.” mealiyle arz edeceğimiz âyet de, hâkimiyet-mahkûmiyet, aziz olma-zelil olma hususlarında önemli bir esası hatırlatmakta ve hâlihazırdaki Müslümanların ciddî bir boşluklarına parmak basmaktadır.