Mukaddime: Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakîkati’nde isbat edildiği gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette aynadâr müştâkının ebediyetini ve bekāsını ister. Hem kusursuz ebedî bir kemâl-i san‘at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder. Hem nihâyetsiz bir rahmet ve ihsân, muhtaç müteşekkirlerinin devâm-ı tena‘umlarını iktizâ eder. İşte o aynadâr müştâk, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir en başta rûh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır. Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakîkati’nde isbat edildiği gibi, değil rûh-u beşer, hatta en basit tabakāt-ı mevcûdât dahi fenâ için yaratılmamışlar. Bir nevi‘ bekāya mazhardırlar. Hatta ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücûd-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi‘ bekāya mazhardır. Çünkü sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır. Kānûn-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekā bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kānûn-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîmtarafından ibkā ediliyor. Dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizâm ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor, bâkî kalır. Elbette gayet cem‘iyetli ve gayet yüksek bir mâhiyete mâlik ve hâricî vücûdgiydirilmiş ve zîşuûr ve zîhayat ve nûrânî kānûn-u emri olan rûh-u beşer, ne derece kat‘iyetle bekāya mazhar ve ebediyetle merbût ve sermediyetle alâkadâr olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuûr bir insanım!” diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kānûn-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâlhakkında “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?” denilir mi? Birinci Menba‘: Enfüsîdir. Yani herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir rûh-u bâkîyi anlar. Evet, her bir ruh kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, madem cesed gelip geçicidir. Mevt ile, bütün bütün çıplak olmak dahi, ruhun bekāsına te’sîr(ي ر) Harfleri; bu sahîfeye kadar iki yüz on satırın adedini göstermek için tevâfuka girmemişler.Sayfa 195Elifler Adedi(15)etmez ve mâhiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta tedrîcî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise, birden soyunur. Gayet kat‘î bir hads ile, belki müşâhede ile sâbittir ki, cesed ruh ile kāimdir. Öyle ise, ruh onun ile kāim değildir. Belki ruh, binefsihîkāim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez, belki cesed, ruhun hânesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sâbit ve letâfetçe ruha münâsib bir gılâf-ı latîfî ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz. Yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer
İkinci Maksad: Kıyâmet ve mevt-i dünyâ ve hayat-ı âhiret hakkındadır. Şu maksadın “dört esası” ve bir “mukaddime-i temsîliyesi” vardır. Mukaddime: Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri da‘vâ etse, “Şu saray veya şehir, tahrîb edilip yeniden muhkem bir sûrette bina ve ta‘mîr edilecektir.” Elbette onun da‘vâsına karşı altı suâl terettüb eder. Birincisi: Ne için tahrîb edilecek? Sebeb ve muktezî var mıdır? Eğer, “Evet, var!” diye isbat etti. İkincisi: Şöyle bir suâl gelir ki, “Bunu tahrîb edip ta‘mîr edecek usta muktedir midir, yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir!” diye isbat etti. Üçüncüsü: Şöyle bir suâl gelir ki, “Tahrîbi mümkün müdür? Hem sonra tahrîb edilecek midir?” Eğer, “Evet” diye imkân-ı tahrîbi, hem vukūunu isbat etse, iki suâl daha vârid olur ki, “Acaba şu saray veya şehrin ta‘mîri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba ta‘mîr edilecek midir?” Eğer, “Evet” diye bunları da isbat etse, o vakit bu mes’elenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şekk ve şübhe ve vesvese girebilsin. İşte şu temsîl gibi, dünya sarayının, şu kâinât şehrinin tahrîb ve ta‘mîri için muktezî var, fâil ve ustası muktedir, tahrîbi mümkün ve vâki‘ olacak, ta‘mîri mümkün ve vâki‘ olacaktır. İşte şu mes’eleler birinci esastan sonra isbat edilecektir. Birinci Esas: Ruh kat‘iyen bâkîdir. Birinci maksaddaki melâike ve rûhânîlerin vücûdlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan bekā-yı rûha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat‘îdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, âlem-i berzahta, âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleriyle bizim mâbeynimizdeki mesâfe o kadar ince ve kısadır ki, burhân ile göstermeye lüzûm kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhûdun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşfü’l-kubûrun onları görmeleri, hatta bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-yı sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzâaf tevâtürler sûretinde, âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyûn fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedîhî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz‘ân-ı aklînin pek çok menba‘larından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz
Üçüncü Esas: Mes’ele-i melâike ve rûhâniyât, o mesâildendir ki, tek bir cüz’ün vücûduyla bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rü’yetiyle umum nev‘in vücûdu ma‘lûm olur. Çünkü kim inkâr ederse, külliyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev‘in umumunu kabul etmeye mecbûrdur. Madem öyledir. İşte bak, görmüyor musun veişitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin tahakkukuna ittifâk etmişler. Ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ‘ etmişler. Acaba hiçbir ferd, melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddidSayfa 189Elif Adedi(16)eşhâsın vücûdu kat‘î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücûdları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ‘ ve ittifâk devam etsin? Ve böyle müsbet ve vücûdî bir emirde ve şuhûda istinâd eden bir halde, müstemirrenve tevâtüren o ittifâk devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu i‘tikād-ı umûmînin menşei, mebâdî-i zarûriyeve bedîhî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakîkatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede, bütün akāid-i insaniyede istimrâr etsin, bekā bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ‘-ı azîmin senedi, bir hads-i kat‘î olmasın? Bir yakîn-i şuhûdîolmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kat‘î, o yakîn-i şuhûdîhadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şübhesiz, mebâdî-i zarûriyeye istinâd etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki i‘tikādât-ı umûmiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü ma‘nevîkuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve rûhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdî-i zarûriyedir, esâsât-ı kat‘iyedir. Hem hiç mümkün müdür, hiç ma‘kūl müdür, hiç kābil midir ki, hayat-ı ictimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ, tevâtür sûretiyle ve icmâ‘-ı ma‘nevî kuvveti ile ihbâr ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve rûhâniyâtın vücûdları ve müşâhedeleri bir şübhe kabul etsin, bir şekke medâr olsun? Bâhusus onlar şu mes’elede ehl-i ihtisâstırlar. Ma‘lûmdur ki, iki ehl-i ihtisâs binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu mes’elede ehl-i isbâttırlar. Ma‘lûmdur ki, iki ehl-i isbât binler ehl-i nefiyve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhassa kâinât semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakîkatin şemsü’ş-şümûsu olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın ihbârâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediye’nin (asm) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kābil midir ki, bir şübhe kabul etsin? Madem tek bir rûhâniyâtın vücûdu bir zamanda tahakkuk etse, şu nev‘in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nev‘in vücûdu tahakkuk ediyor. Elbette onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en ma‘kūlü, en makbûlü şerîatın şerh ettiği gibidir. Kur’ân’ın gösterdiği gibidir.Sayfa 190Eliflerin Adedi(12)Sâhib-i Mi‘râc’ın gördüğü gibidir.Dördüncü Esas: Şu kâinâtın mevcûdâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz’iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı ma‘nevîsi vardır ki, birer vazîfe-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek kendince bir nakş-ı san‘atı gösterip, lisân-ı hâliyle esmâ-yı Fâtır’ı zikrettiği gibi, küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam, küllî vazîfe-i tesbîhiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizâm içinde bir i‘lânâtı, tesbîhâtı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın hey’et-i umûmiyesiyle gayet muntazam bir vazîfe-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbîhâtı var. Öyle de, koca semâvât denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâl’ine tesbîhât yapar ve Sâni‘-i Zülcelâl’ine hamd eder. Ve hâkezâ, mevcûdât-ı hâriciyenin her biri, sûreten câmid, şuûrsuzken, gayet hayatkârâne ve şuûrdârâne vazîfeleri ve tesbîhâtları vardır.
İkinci Esas: Melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin sübûtuna ve hakîkatlerinin vücûduna bir icmâ‘-ı ma‘nevî ile, ta‘bîrde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil bilerek bilmeyerek ittifâk etmişler, denilebilir. Hatta maddiyâtta çok ileri giden hukemâ-yı işrâkıyyûn, meşâiyyûn kısmı, melâikenin ma‘nâsını inkâr etmeyerek, “Her bir nev‘in bir mâhiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle ta‘bîr ediyorlar. Eski hukemânın İşrâkıyyûn kısmı dahi, melâikenin ma‘nâsında kabule muzdar kalarak, yalnız yanlış olarak, ‘Ukūl-ü Aşere’ ve ‘Erbâbü’l-Envâ’ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, melekü’l-cibâl, melekü’l-bihâr, melekü’l-emtâr gibi, her nev‘e göre birer melek-i müekkel vahyin ilhâmı ve irşâdı ile bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine ma‘nen sukūt etmiş olan maddiyyûn ve tabîiyyûn dahi, melâikenin ma‘nâsını inkâr edemeyerek (Başka bir nüshada) ‘Kuvâ-yı Sâriye’ nâmıyla bir cihette kabule mecbûr olmuşlar. Ey melâike ve rûhâniyâtın kabulünde tereddüd gösteren bîçâre adam! Neye istinâd ediyorsun? Hangi hakîkate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek bilmeyerek melâikenin ma‘nâsının sübûtuna ve tahakkukuna ve rûhânîlerin tahakkukları hakkında ittifâklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’da isbat edildiği gibi, hayat, mevcûdâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl ma‘nâ-yı melâikenin kabulünde ma‘nen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Hiç şu halde mümkün olur mu ki, şu fezâ-yı vâsiasekenelerden, şu semâvât-ı latîfe mütevattınîninden hâlî kalsın? Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte cârî olan nâmuslar, kanunlar, kâinâtın hayatdâr olmasına kâfî gelir? Çünkü o cereyân eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, i‘tibârî emirlerdir. Vehmî düstûrlardır. Ademî sayılır. Onları temsîl edecek, onları gösterecek,(Başka nüshada) Melâike ma‘nâsını ve rûhâniyâtın hakîkatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından ‘Kuvâ-yı Sâriye’ diye, cereyân eden kuvvetler nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvîr ile, bir cihetten tasdîkine mecbûr kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!Sayfa 188Elifler Adedi(16)onların dizginlerini ellerinde tutacak, melâike denilen ibâdullâh olmazsa, o nâmuslara, o kanunlara bir vücûd taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakîkat-i hâriciye olamaz. Halbuki hayat bir hakîkat-i hâriciyedir. Vehmî bir emir, hakîkat-i hâriciyeyi yüklenemez. İkinci Esas: Melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin sübûtuna ve hakîkatlerinin vücûduna bir icmâ‘-ı ma‘nevî ile, ta‘bîrde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil bilerek bilmeyerek ittifâk etmişler, denilebilir. Hatta maddiyâtta çok ileri giden hukemâ-yı işrâkıyyûn, meşâiyyûn kısmı, melâikenin ma‘nâsını inkâr etmeyerek, “Her bir nev‘in bir mâhiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle ta‘bîr ediyorlar. Eski hukemânın İşrâkıyyûn kısmı dahi, melâikenin ma‘nâsında kabule muzdar kalarak, yalnız yanlış olarak, ‘Ukūl-ü Aşere’ ve ‘Erbâbü’l-Envâ’ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, melekü’l-cibâl, melekü’l-bihâr, melekü’l-emtâr gibi, her nev‘e göre birer melek-i müekkel vahyin ilhâmı ve irşâdı ile bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine ma‘nen sukūt etmiş olan maddiyyûn ve tabîiyyûn dahi, melâikenin ma‘nâsını inkâr edemeyerek (Başka bir nüshada) ‘Kuvâ-yı Sâriye’ nâmıyla bir cihette kabule mecbûr olmuşlar. Ey melâike ve rûhâniyâtın kabulünde tereddüd gösteren bîçâre adam! Neye istinâd ediyorsun? Hangi hakîkate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek bilmeyerek melâikenin ma‘nâsının sübûtuna ve tahakkukuna ve rûhânîlerin tahakkukları hakkında ittifâklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’da isbat edildiği gibi, hayat, mevcûdâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir.
Elhâsıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücûd vücûd değildir. Ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyâsıdır, şuûr hayatın nûrudur. Mademki hayat ve şuûr bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşâhede bir intizâm-ı kâmil-i ekmelvardır. Ve şu kâinâtta bir itkān-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkemgörünüyor. Madem şu bîçâre, perişan küremiz, sergerdân zeminimiz, bu kadar had ve hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevilervâh ile ve zevilidrâk ile dolmuştur. Elbette, sâdık bir hads ile ve kat‘î bir yakîn ile hüküm olunur ki, şu kusûr-u semâviyeve şu bürûc-u sâmiyenin dahi, kendilerine münâsib, zîhayat, zîşuûr sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; güneşin ateşinde dahi, o nûrânî sekeneler bulunur. Nâr nûru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir. Madem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdî maddelerden, en kesîf unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder. Ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i latîfeye çevirir. Ve nûr-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor. Ve şuûr ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksânsız hikmetiyle nûr gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip, hayatsız bırakmaz. Câmid bırakmaz. Şuûrsuz bırakmaz. Belki madde-i nûrdan, hatta zulmetten, hatta esîr maddesinden, hatta ma‘nâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zîhayat, zîşuûru kesretle halk eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi, pek çok muhtelif rûhânî mahlûkları, o seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da rûhânî ve cin ecnâslarıdır. Melâikelerin ve rûhânîlerin kesretle vücûdlarını kabul etmek, ne derece hakîkat ve bedîhî ve ma‘kūl olduğunu; ve Kur’ân’ın beyân ettiği gibi, onları kabul etmeyen ne derece hilâf-ı hakîkat ve hilâf-ı hikmet bir hurâfe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir dîvânelik olduğunu, şu temsîle bak, gör. İki adam, biri bedevî, vahşi; biri medenî, aklı başında olarak arkadaş olup, İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne amele, sefîl, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebâttır, yalnız nebâtât ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hâli görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünür. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs‘atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahud göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbâba binâen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından, der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur. Zîruh içinde yoktur” der. Vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amele ile doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdâm ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur.” Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyînâtın, şu san‘atlı sarayların, onlara münâsib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine, belki börek yerler. Balık yerine, baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahud gözünün kābiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü’yet, adem-i vücûda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya huccet olamaz. İşte şu temsîl gibi, ecrâm-ı ulviye ve
ak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetîmdir, garibdir, yalnızdır. Münâsebeti, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinâtta ne varsa, o dağa nisbeten ma‘dûmdur. Çünkü ne hayatı var ki, hayat ile alâkadâr olsun. Ne şuûru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak, küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda bütün kâinâtla öyle münâsebet te’sîs eder ki, bütün kâinâtla ve hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir, “Şu arz benim bahçemdir, ticarethânemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meşhûr sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisâs ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sâhib olur. İşte en küçük zîhayatta, hayat böyle te’sîrini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisât ve inkişâf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuûr ile, akıl ile bir insan, kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve rûhiyede ve cismâniyede gezer. Yani o zîşuûr ve zîhayat, ma‘nen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuûrun mir’ât-ı rûhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in en parlak bir burhân-ı vahdeti ve en büyük bir ma‘den-i ni‘meti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i san‘atıdır. Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü envâ‘-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebât ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv-ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette ülfetSayfa 184Eliflerin Adedi(16)içinde zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakîkati, hakîkî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz‘ etmeyerek doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâ-pâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe’ olmak için esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.Konuşma metni
Birinci Maksad: Melâikenin tasdîki îmânın bir rüknüdür. Şu maksadda dört nükte-i esâsiyevardır. Birinci Esas: Vücûdun kemâli hayat iledir, belki vücûdun hakîkî vücûdu, hayat iledir. Hayat, vücûdun nûrudur. Şuûr, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat her şeyi, her bir zîhayatSayfa 183Elifler Adedi(16)olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, “Şu bütün eşyâ malımdır, dünya hânemdir, kâinât mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasıl ki ziyâ, ecsâmın görülmesine sebebdir ve renklerin bir kavle göre sebeb-i vücûdudur. Öyle de hayat dahi, mevcûdâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebebdir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri, bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. Ve hadsiz eşyâyı iştirâk ve ittihâd ettirip, bir vahdete medâr bir ruha mazhar yapmak gibi kemâlât-ı vücûdun umumuna sebebdir. Hatta hayat, kesret tabakātında bir çeşit tecellî-i vahdettir. Kesrette ehadiyetin bir aynasıdır. Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetîmdir, garibdir, yalnızdır. Münâsebeti, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinâtta ne varsa, o dağa nisbeten ma‘dûmdur. Çünkü ne hayatı var ki, hayat ile alâkadâr olsun. Ne şuûru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak, küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda bütün kâinâtla öyle münâsebet te’sîs eder ki, bütün kâinâtla ve hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir, “Şu arz benim bahçemdir, ticarethânemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meşhûr sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisâs ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sâhib olur. İşte en küçük zîhayatta, hayat böyle te’sîrini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisât ve inkişâf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuûr ile, akıl ile bir insan, kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve rûhiyede ve cismâniyede gezer. Yani o zîşuûr ve zîhayat, ma‘nen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuûrun mir’ât-ı rûhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in en parlak bir burhân-ı vahdeti ve en büyük bir ma‘den-i ni‘meti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i san‘atıdır. Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü envâ‘-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebât ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv-ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette ülfet
Madem bu nihâyetsiz tezyînât, nihâyetsiz bir vazîfe-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihâyetsiz vazîfeye, şu hikmetli nezârete, şu vüs‘atli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihâyetsiz ve çok mütenevvi‘ olan şu vezâif ve ibâdete, nihâyetsiz melâike envâ‘ları, rûhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin. Evet, şu kâinâtın her bir cihetinde, her bir dâiresinde rûhâniyât ve melâikelerden birer tâife, birer vazîfe-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivâyât-ı ehâdîsiyenin işârâtıyla ve şu intizâm-ı âlemin hikmeti ile, denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut, ta yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefîne ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler. Âlem-i şehâdeti seyredip gezerler. O merkeblerinin tesbîhâtını temsîl ederler. Hem denilebilir: Bir kısım hayatdâr ecsâm, bir hadîs-i şerîfte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridir. Onlar bunların içine emr-i hakla girerler. Âlem-i cismâniyâtı seyiredip, o hayatdâr cesedlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile, âlem-i cismânîdeki mu‘cizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar. Tesbîhât-ı mahsûsalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakîkat böyle iktizâ ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nûr-u hayata münâsebeti pek cüz’î olan sudan, mütemâdiyen hummâlı bir fa‘âliyetle letâfetli hayatı ve nûrâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münâsib şu nûr denizinden ve hatta şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuûr mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.
YİRMİ DOKUZUNCU SÖZاَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ٭ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِتَنَزَّلُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَب۪ي ٭Şu makam, iki “Maksad-ı Esâs” ile, bir “Mukaddime” den ibârettir. Mukaddime: Melâike ve rûhâniyâtın vücûdu, insan ve hayvanların vücûdu kadar kat‘îdir, denilebilir. Evet, On Beşinci Söz’ün Birinci Basamağı’nda beyân edildiği gibi; hakîkat kat‘iyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuûr sekeneleri olsun. Ve o sekeneler, o semâvâta münâsib bulunsun. Şerîatın lisânında pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere, ‘melâike ve rûhâniyât’ tesmiye edilir. Evet, hakîkat böyle iktizâ eder. Zîrâ şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakāretiyle beraber zîşuûr mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuûrlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrîh eder ki, şu muhteşem burçlar sâhibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nûr-u vücûdun nûru olan zîhayat; ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuûr ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinât kitabının mütâlaacıları ve şu saltanat-ı rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umûmî ubûdiyetleri ile, kâinâtın büyük ve küllî mevcûdâtın tesbîhâtlarını temsîl ediyorlar. Evet, şu kâinâtın keyfiyâtı, onların vücûdlarını gösteriyor. Çünkü kâinâtı had ve hesaba gelmeyen, dakîk san‘atlı tezyînâtve o ma‘nîdâr mehâsin ile ve hikmetdâr nukūş ile süslendirip tezyîn etmesi, bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsân edicilerin ve mütehayyir takdîr edicilerin enzârını ister, vücûdlarını taleb eder. Evet, nasıl ki hüsün, elbette bir âşık ister. Taâm ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihâyetsiz hüsn-ü san‘at içinde gıdâ-yı ervâh ve kūt-u kulûb, Elbette melâike ve rûhânîlere bakar, gösterir.Hâşiye: Tevâfukta hâric kalan (ي، ت، ش، د) satırların mecmûuyla, Risâle-i Nûr müellifinin hayatının başlangıcı olan 1294 (m. 1877) tarihini göstermekle beraber, isimdeki (ي) hâriç nüktesiz, tevâfuksuz kalan (ل ن) zammı ile beraber, işâret-i Gavsiyedeki iki işâret-i gaybiyeye muvâfık olarak, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfi olacak olan 1364 (m. 1949) tarihini göstermekle, o iki işareti te’yîd etmekle, onlar ile teeyyüd ediyor. Risâle-i Nûr Kur’ân’ın hâs bir tefsîri olmak cihetiyle, nüzûl-ü Kur’ânın yirmi üç senesine muvâfık olarak, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün başındaki sahîfesinin tevâfuktan hâriçte kalan harfleri satırlar ile iki işâret-i Gavsiyeye muvâfık olarak müntehâ-yı te’lîfi olacak olan bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini; ve âhirki sahîfesi elifler ile mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir (m. 1926) tarihini gösterdiğinden, müddet-i te’lîf yirmi üç sene olup, Risâle-i Nûr’un menbaı ve ma‘deni olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın müddet-i nüzûlüne tevâfuku, i‘câz-ı Kur’ânînin bir şu‘lesi tefsîrine in‘ikâs ettiğini gösteriyor.Re’fet, Rüşdü, Husrev
Risâle-i Nûr mîzânlarından ve îmân âhiret burhânlarındanYİRMİ DOKUZUNCU SÖZBekā-yı Rûh ve Melâike ve Haşr’e dâirdir.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanBu risâlenin şirin ve latîf bir diğer tevâfuku da şudur ki, bu sözün bir kerâmet-i zâhiresi olan eliflerin tevâfukāt-ı acîbesi içinde, “Saîdü’n-Nûrsî” nin makam-ı ebcedîsi tam tamına tevâfuk ediyor. Çünkü, sahîfe başlarında gelen eliflerin mecmû‘-u adedi “beş yüz bir” olduğu gibi, “Saîdü’n-Nûrsî” aynen “beş yüz bir” dir. Elbette böyle ma‘nîdâr bir tevâfuk, kat‘iyen tesâdüf işi olamaz.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanElifAdedi(12)Risâle-i Nûr eczâlarının ekserîsi letâif-i tevâfukiyeden birer nev‘ine mazhardırlar. Bazıları hârika derecesindedir ki, buradaki dahi o hârikadandır. Onuncu Söz’ün büyük kardeşi olan bu Yirmi Dokuzuncu Söz, Onuncu Söz’den daha ileri, parlak bir tevâfukāt-ı elifiyeyi gösteriyor. Bu Söz’ü üç müstensih yazdılar. Her birisinde ayrı bir hârika göründü. Bu nüsha daha latîftir. Dikkat ettik, tekellüf de yoktur. Demek bu Söz’ün hakîkî hattı, bu nüshadaki tarzdır. Bu nüshadaki tevâfukāt-ı elifiye sun‘î olmadığına kat‘î delil şudur ki, bir müstensih (Hâşiye) gayet sür‘atli, bir tek gecede, üç sahîfe noksân olarak bu nüshayı yazmış. Hayret verici elifler bu vaz‘iyeti göstermişler. Sun‘î olsa idi, çok geceler lâzımdı. Bu nüsha, o nüshadan bir derece tanzîm ile aynen alınmıştır. Evvelki müstensihin kat‘iyen te’mînâtıyla, hem bir tek gecede yazmasının şehâdetiyle, bilerek elifler getirilmemiş, belki geldikten sonra bilinmiş. Demek gelmesi şuûr ile değil, bulunması şuûr iledir. Tevâfukāt-ı latîfesindendir ki, on altı def‘a on altı elif gelmesiyle, satırların on altısına tevâfukla gayet şirin düşmüştür. Hem bütün sahîfeler birbirine tevâfuk ediyor. Kısmen de sahîfe rakamına bakıyor. Üç elifli sahîfe bir def‘a, on iki elifli sahîfeler beş def‘a, on üç elifli iki def‘a, on dört elifli altı def‘a, on beş elifli dört def‘a, on altı elifli on altı def‘a gelmiştir. Satır başlarında tevâfuktan hâriçte kalan eliflerin yerlerine gelen hurûfâtın karşı karşıya tevâfukları, latîf ve ma‘nîdâr düşüp, kat‘iyen kasıd eseri olmadığını gösteriyor. Bu latîf tevâfukundan daha ince letâfeti şudur ki, yirmi yedinci ve yirmi dokuzuncu sahîfelerdeki on dört elif tevâfuku içinde, hâriç kalan beşinci ve yedinci satır ile, birinci ve ikinci satırların başlarında (واو) ve (با) gelmesidir. Hem tevâfuksuz kalan (ن) ve (ل) harfleri, baştaki (ي، ت، ش،د) harfleri ile beraber, satırlar yekünü ile, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfinin tarihi olacak olan, bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini gösteriyor.Hâşiye: Bu acîb istinsâh, te’lîften beş sene sonradır.Hâşiye: Bu sahîfe eliflerin sahîfe tevâfukātından başka, bu risâledeki bütün sırlardan beş altı ay evvel yazıldığından, hem mukābil sahîfe bütün sahîfelere muhâlif olarak tevâfuksuz on iki rakamını gösterdiğinden, bu sahîfedeki “on iki elif” risâle eliflerinin sırlarına medâr olabilir.
Sayfa 176Suâl: Ehâdîs-i şerîfede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i cennete, dünya kadar bir yer veriliyor. Yüz binler kasır ve yüz binler hûri ihsân ediliyor. Bir tek adama bu kadar şeylerin, ne lüzûmu var? Ne ihtiyacı var? Nasıl olabilir? Ve ne demektir?”Elcevab: Eğer insan, yalnız câmid bir vücûd olsa idi veyahud yalnız mideden ibâret nebâtî bir mahlûk olsa idi veyahud yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismâniye ve bir cism-i hayvânîden ibâret olsa idi, öyle çok kasırlara, çok hûrilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle câmi‘ bir mu‘cize-i kudrettir ki, hatta şu dünyâ-yı fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişâf etmemiş bazı letâifinin ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette nihâyetsiz isti‘dâda mâlik, nihâyetsiz ihtiyaçlar lisânıyla, nihâyetsiz arzular eliyle, nihâyetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdîsde beyân olunan ihsânât-ı İlâhiyeye mazhariyeti ma‘kūldür ve haktır ve hakîkattir. Ve şu hakîkat-i ulviyeye bir temsîl dürbünü ile rasadedeceğiz. Şöyle ki:Bu dere bahçesi gibi, (Hâşiye) şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası i‘tibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı, “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrângâhımdır” diyebilir. Barla’yı zabt edip dâire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştirâki, onun bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hâne yapmış. Güneş benim bir lâmbamdır. Yıldızlar benim elektriklerimdir. Yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkātın iştirâki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bil’akis mahlûkāt, onun hânesini tezyîn eder. Hânenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar.Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet i‘tibâriyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmede bir nevi‘ tasarruf da‘vâ etse, cesîm bir ni‘mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesâfede bir mülkihsân etmek, nasıl istib‘âd edilebilir?Hâşiye: Sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı.Sayfa 177Hem nasıl ki, şu kesâfetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pek çok aynalarda bir anda aynen bulunması gibi, öyle de nûrânî bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması, On Altıncı Söz’de isbat edildiği gibi, meselâ, Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arş’ta, hem huzûr-u Nebevîde, hem huzûr-u İlâhîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haşirde bir anda ekser etkıyâ-yı ümmetiyle görüşmesi; ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezâhür etmesi; ve evliyânın bir nevi‘ garibi olan abdâlların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyada bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadârâne bulunması ma‘lûm ve meşhûd olduğundan, elbette nûrânî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayâl sür‘atinde olan ehl-i cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup yüz bin hûrilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî cennete, o nihâyetsiz rahmete lâyıktır. Ve Muhbir-i Sâdık’ın (asm) haber verdiği gibi, hak ve hakîkattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terâzisiyle, o muazzam hakîkatler tartılmaz.İdrâk-ı maâli bu küçük akla gerekmez.Zîrâ bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُرَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا
Suâl: Ehâdîsde denilmiş: “Hûriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne ma‘nâsı var? Nasıl güzelliktir?Elcevab: Ma‘nâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni‘ olmazsa, yeter.Halbuki güzel, hayatdâr, revnakdâr, bütün kışırsız, lüb ve kabuksuz iç olan cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîfolan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme cennetteki nisâ-yı dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler.Demek en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin, birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor. Evet, “Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” ta‘bîriyle hadîs-i şerîf işaret ediyor ki, insanın ne kadar hüsünperverve zevkperestve ziynete meftun ve cemâle müştâk duyguları ve hâsseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve her birisini ayrı ayrı okşayıp mes‘ud edecek, maddî ve ma‘nevî her nevi‘ ziynet ve hüsn-ü cemâle hûriler câmi‘dirler. Demek hûriler, cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından, birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücûdlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar. وَف۪يهَا مَا تَشْتَه۪يهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُ işaretinin hakîkatini gösteriyorlar.Hem cennette lüzûmsuz, kışırlı ve fuzûlî maddeler olmadığından, ehl-i cennetin ekil ve şürbünden sonra kāzûrâtı olmadığını, hadîs-i şerîf beyân ediyor. Madem şu süflî dünyada en âdî zîhayat olan ağaçlar, çok tegaddî ettikleri halde, kāzûrâtsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan cennet ehli, neden kāzûrâtsız olmasın?
Suâl: Cisim eğer hayatî olsa, eczâ-yı bedenî dâim terkîb ve tahlîldedir. İnkırâza mahkûmdur. Ebediyete mazhar olamaz. Ekilve şürb, bekā-yı şahsî ve muâmele-i zevciyeise, bekā-yı nev‘î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?Elcevab: Evvelâ şu âlemde, cism-i zîhayatın inkırâza ve mevte mahkûmiyeti ise, vâridât ve masârıfın muvâzenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemâle kadar vâridât çoktur. Ondan sonra masârıf ziyâdeleşir, muvâzene kaybolur. O da ölür. Âlem-i ebediyette ise, zerrât-ı cisim sâbit kalıp, terkîb ve tahlîle ma‘rûz değil. Veyahud muvâzene sâbit kalır. (Hâşiye) Vâridât ile masârıf muvâzenettedir. Devr-i dâimîgibi cism-i zîhayat telezzüzât için hayat-ı cismâniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir. Ekilve şürb ve muâmele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir. Bir vazîfeye gider. Fakat o vazîfeye bir ücret-i muacceleolarak öyle mütenevvi‘ lezîz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sâir lezâize tereccüh ediyor. Madem bu dâr-ı elemde bu kadar acîb ve ayrı ayrı lezzetlere medâr, ekilve nikâhtır. Elbette dâr-ı lezzet ve saadet olan cennette, o lezzetler o kadar ulvî bir sûret alıp ve vazîfe-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştihâ sûretinde ilâve ederek cennete lâyık ve ebediyete münâsib en câmi‘ hayatdâr bir ma‘den-i lezzet olur.Evet, وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ sırrınca, şu dâr-ı dünyâda câmid ve şuûrsuz ve hayatsız maddeler, orada şuûrlu, hayatdârdırlar. Buradaki insanlar gibi, orada da ağaçlar; buradaki hayvanlar gibi, oradaki taşlar emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen: “Filan meyveyi bana getir” getirir. Filan taşa desen: “Gel” gelir. Madem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar. Elbette ekilve şürb ve nikâh dahi hakîkat-i cismâniyelerini muhâfaza etmekle beraber, cennetin dünya fevkındeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir sûret almaları iktizâ eder.Hâşiye: Şu dünyada cism-i insanî ve hayvânî, zerrât için güya bir misafirhâne, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler. Hayatdâr olan âlem-i bekāya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ sırrınca nûr-u hayat orada âmmdır. Nûrlanmak için o seyr ü sefere ve o ta‘lîmât ve ta‘lîme lüzûm yoktur. Zerreler demirbaş olarak sâbit kalabilirler.Sayfa 174Suâl: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, dost dostuyla beraber cennette bulunacaktır. Halbuki basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i Nebeviyede lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın feyzi, bir basit bedevî feyzi ile nasıl birleşir?Elcevab: Bir temsîl ile şu ulvî hakîkate, şöyle bir işaret ederiz ki: Meselâ, gayet güzel ve şa‘şaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrângâh, öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat‘ûmâtı câmi‘, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayâliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemilve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek her şeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan, cüz’î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanâyi‘-i garîbeden anlamaz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kābiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifâde eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri o derece mükemmel ve o mertebe inkişâf etmiştir ki, o seyrângâhtaki bütün...
YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZŞu söz cennete dâirdir. Şu Söz’ün iki makamı var. Birinci Makam, cennetin bazı letâifine işaret eder. Fakat Onuncu Söz’de on iki hakîkat-i kātıa ile gayet kat‘î bir surette ve bu Söz’ün İkinci Makam’ında, (Hâşiye) Onuncu Söz’ün hulâsası ve esası müteselsilgayet metîn arabîbir burhân-ı kat‘î ile, gayet parlak bir tarzda vücûdu isbat olunan cennetin isbât-ı vücûdundan bahis değil, belki şu makamda yalnız suâl ve cevaba ve tenkîde medâr olan birkaç ahvâl-i cennetten bahseder. Eğer tevfîk-i İlâhî refîk olsa, sonra azîm bir söz o muazzam hakîkate dâir yazılacaktır inşâallâh.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِوَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَCennet-i bâkiyeye dâir bazı suâllere kısa cevablardır. Cennete dâir, cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı olan beyânât-ı âyât-ı Kur’âniye, kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla bir şey söylesin. Fakat o parlak ezelî ve ebedî, yüksek ve güzel âyetleri fehme takrîb için bazı basamakları, hem o cennet-i Kur’âniyeden numûne için bazı çiçeklerin numûnesi nev‘inden bazı nükteleri söyleyeceğiz. Beş rumûzlu suâl ve cevabla işaret edeceğiz. Evet, cennet bütün lezâiz-i ma‘neviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır.Hâşiye: Onuncu Söz’ün bir cihette esâsı ve Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî İkinci Makam’ı ‘Lâsiyyemâlar’ olup Mesnevî-i Nûriye’de dercedilmiştir.Sayfa 172Suâl: Kusurlu, noksâniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismâniyetin ebediyetle ve cennet ile ne alâkası var?Madem ruhun âlî lezâizi vardır, ona kâfîdir. Lezâiz-i cismâniye için bir haşr-i cismânî neden îcâb ediyor?Elcevab: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır. Fakat masnûât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe’ ve medâr olduğundan, bütün anâsır-ı sâirenin ma‘nen fevkıne çıktığı gibi; hem kesâfetli olan nefs-i insaniye sırr-ı câmiiyet i‘tibâriyle tezekkîetmek şartıyla, bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet en câmi‘, en muhît, en zengin bir âyîne-i tecelliyât-ı esmâ-yı İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzâna çekecek âletler cismâniyettedir.Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, rızık zevkinde envâ‘-ı mat‘ûmât adedince mîzânlara menşe’ olmasa idi, her birini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser esmâ-yı İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı, yine cismâniyettedir. Hem gayet mütenevvi‘ ve nihâyet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek isti‘dâdlar, yine cismâniyettedir.Madem şu kâinâtın Sâni‘i, şu kâinâtla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün envâ‘-ı ihsânâtını tattırmak istediğini, kâinâtın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Söz’de isbat edildiği gibi, kat‘î anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinâtın bir havz-ı ekberi ve bu kâinât tezgâhının işlediği mahsûlâtın bir meşher-i a‘zamı ve şu mezraa-i dünyânın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinâta bir derece benzeyecektir. Hem cismânî, hem rûhânî bütün esâsâtını muhâfaza edecektir.Ve o Sâni‘-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm, elbette cismânî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hıdemâtına mükâfât olarak ve ibâdât-ı mahsûsalarına sevab olarak onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa hikmet ve adâlet ve rahmetine zıd bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adâletine uygun değildir. Kābil-i tevfîk olamaz.Sayfa 173Suâl: Cisim eğer hayatî olsa, eczâ-yı bedenî dâim terkîb ve tahlîldedir. İnkırâza mahkûmdur. Ebediyete mazhar olamaz. Ekilve şürb, bekā-yı şahsî ve muâmele-i zevciyeise, bekā-yı nev‘î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük ...
Suâl: Deniliyor ki: “Sahâbeler Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gördüler, sonra îmân ettiler. Biz ise görmeden îmân ettik. Öyle ise îmânımız daha kavîdir. Hem kuvvet-i îmânımıza delâlet eden rivâyet var?” Elcevab: Sahâbeler, o zamanda efkâr-ı âmme-i âlemhakāik-i İslâmiyeye muârız ve muhâlif iken, Sahâbeler yalnız sûret-i insaniyede Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görüp, bazen mu‘cizesiz olarak öyle bir îmân getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların îmânlarını sarsmıyordu. Şübhe değil, bazısına vesvese de vermezdi. Sizler ise, kendi îmânınızı Sahâbelerin îmânlarıyla muvâzene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye îmânınıza kuvvet ve sened olduğu halde, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şecere-i tûbâ-yı nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakāik-i Kur’âniye ile nûrânî muhteşem şahs-ı ma‘nevîsini bin mu‘cizât ile muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen îmânınız nerede? Bütün âlem-i küfrün ve Nasârâ ve Yehûd’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahâbelerin îmânları nerede? Hem Sahâbelerin kuvvet-i îmânlarını gösteren ve îmânlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatleri nerede? Ey müddeî! Senin şiddet-i zaafından ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük îmânın nerede? Ama hadîste vârid olan ki, “Âhirzamanda, beni görmeden îmân eden, daha ziyâde makbûldür” meâlindeki rivâyet, hususî fazîlete dâirdir. Hâs bazı eşhâs hakkındadır. Bahsimiz ise fazîlet-i külliye ve ekseriyet i‘tibâriyledir. Sayfa 169 İkinci Suâl: Diyorlar ki: “Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hatta hadîste var ki, ‘Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.’ Halbuki Sahâbeler, dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünyâ değil, belki bir kısım Sahâbe o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahâbelerin en ednâsına en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?” Elcevab: Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat‘î isbat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-yı İlâhiyeye mukābil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksâniyet değil, belki medâr-ı kemâldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve ma‘rifetullâhta ileri gider. Sahâbelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcûdâtı esmâ-yı İlâhiyenin aynası görüp, müştâkāne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-yı dünyâ ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar. Üçüncü Suâl: Tarîkatler hakîkatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-i Nakşibendî hakkında, o tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle ta‘rîf etmişler, demişler ki, دَرْ طَر۪يقِ نَقْشِبَنْد۪ي لَازِمْ اٰمَدْ چَارِ تَرْكْ، تَرْكِ دُنْيَا، تَرْكِ عُقْبٰا، تَرْكِ هَسْت۪ي، تَرْكِ تَرْكْ Yani “Tarîk-i Nakşî’de dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksûd-u hakîkî yapmamak, hem vücûdunu unutmak, hem ucba, fahra girmemek için bu terkleri düşünmemektir.” Demek hakîkî ma‘rifetullâh ve kemâlât-ı insaniye, terk-i mâsivâ ile olur? Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibâret olsa idi, bütün mâsivâyı terk, hatta esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalbetmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazîfedâr letâifi ve hâsseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi kendilerine mahsûs ayrı ayrı tarîk-i ubûdiyette hakîkat cânibine sevk etmek ile Sahâbe gibi geniş bir dâirede, zengin bir sûrette, kalb bir kumandan gibi letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp, tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihâr değil, belki netice-i ızdırârdır. Dördüncü Suâl: “Sahâbelere karşı iddiâ-yı rüchânnereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu mes’eleyi medâr-ı bahsetmek nedendir?
Üçüncü Vecih: Fazîlet-i a‘mâlve sevâb-ı ef‘âlve fazîlet-i uhreviye cihetinde Sahâbelere yetişilmez. Çünkü nasıl bir asker bazı şerâit dâhilinde, mühim ve mahûfbir mevki‘de, bir saat nöbette bir sene ibâdet kadar bir fazîlet kazanabilir. Ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahâbelerin te’sîs-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya i‘lân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehîd olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet Sahâbeler, madem İslâmiyet’in te’sîsinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde saff-ı evvel teşkîl ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَاَصْحَابِه۪ demesiyle, Sahâbelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem nasıl ki, bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir sûret alır. Büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki, mebde’de küçük bir irtifâ‘, gittikçe bir yekün teşkîl eder. Sayfa 168 Hem nasıl ki, nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyâdelik, dâire-i muhîtada bazen bir metre kadar ziyâdeye mukābil geliyor. Aynen şu dört misâl gibi, Sahâbeler İslâmiyet’in şecere-i nûrâniyesinin köklerinden esaslarından oldukları, hem binâ-yı İslâmiyetin hutût-u nûrâniyesinin mebdeinde, hem cemâat-i İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvetve Sirâc-ı Hakîkat’ın merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur. Küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için hakîkî Sahâbe olmak lâzım geliyor. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذ۪ي قَالَ (اَصْحَاب۪ي كَالنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ) وَ (خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْن۪ي) وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ وَسَلِّمْ سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
İkinci Vecih: Sahâbelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk bize akrebdir ve her şeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise ondan nihâyetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak, iki sûretle olur. Birisi, akrebiyetin inkişâfıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar. Ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahâbeler o sırra mazhardırlar. Sayfa 167 İkinci sûret, bu‘diyetimiz noktasında kat‘-ı merâtib edip, bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre, seyr-i enfüsîve seyr-i âfâkîbu sûretle cereyân ediyor. İşte birinci sûret, sırf vehbîdir, kesbîdeğil; incizâbdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbûbiyettir. Yol kısadır, fakat çok metîn ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acâib ve hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ nasıl ki, dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi, zamanının cereyânına tâbi‘ olmayarak bir kuvvet-i kudsiye ile; fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat‘-ı mesâfe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor. Onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakîkate geçmek iki sûretledir. Biri, doğrudan doğruya hakîkatin incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakîkati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtibden seyr-i sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendân fenâ-yı nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler, yine Sahâbe’ye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin nefisleri tezkiye ve tathîr edildiğinden nefsin mâhiyetindeki cihâzât-ı kesîreile ubûdiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyâde mazhardırlar. Fenâ-yı nefisten sonra ubûdiyet-i evliyâ besâtat peydâ eder.
İkinci Sebeb: Yirmi Yedinci Söz’deki ictihâd bahsinde beyân ve isbat edildiği gibi; Sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka i‘tibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en a‘lâ derecesindedirler. Çünkü o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık; ve kizb ve sıdk mâbeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki cehennem ve cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseyleme-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sâhibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâte meyyâl olan Sahâbeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp Müseyleme derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullâh’ın (asm) a‘lâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa koşmak, muktezâ-yı seciyeleridir. Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı ictimâiye-i insaniye dükkânında, bazı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri, zehr-i kātil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve ma‘nevî metâ‘ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryâk-ı nâfi‘ve bir pırlanta gibi herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadet’te hayat-ı ictimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekāvet-i ebediyegibi neticeleri ve Müseyleme-i Kezzâb gibi süflî maskaraları tevlîd ettiğinden, secâyâ-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahâbelerin, zehr-i kātilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedîhîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nûrânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve îmâna en nâfi‘ bir tiryâk, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiyeolan Sahâbeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle onlara müşteri ve müştâk olması zarûrîdir. Sayfa 165 Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı ictimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revâc verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahâbe’nin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkāniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes’eleyi bir derece tenvîr edecek, başıma gelmiş bir hâlimi beyân ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi, ne için Muhyiddîn-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّيَ الْاَعْلٰي derken, şu kelimenin ma‘nâsı inkişâf etti. Tam ma‘nâsıyla değil, fakat bir parça hakîkati göründü. Kalben dedim: “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsa idim, bir sene ibâdetten daha iyi idi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in envârıyla hâsıl olan o inkılâb-ı azîm-i ictimâîde ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaz‘iyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbîh bütün ma‘nâsının tabakātını turfandave tarâvetli ve taze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrâkası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i ma‘neviyesini uyandırmış. Hatta vehim ve hayâl ve sır gibi duygular hüşyâr ve müteyakkız bir sûrette, o zikir, o tesbîhlerdeki müteaddid ma‘nâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyâr olan Sahâbeler, envâr-ı îmâniye ve tesbîhiyeyi câmi‘ olan kelimât-ı mübâreke..
Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli Sahâbeler hakkındadır. Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi derim: يَا رَسُولَ اللّٰهْ چِه بَاشَدْ چُونْ سَكِ اَصْحَابِ كَهْفْ دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ اَصْحَابِ تُو اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَيْ رَوَاسْتْ اُو سَكِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَكِ اَصْحَابِ تُو Sayfa 163 بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ Sahâbeler hakkında وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَي الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ ilâ âhiri’l-âyet Suâl ediyorsunuz: “Bazı rivâyetlerde vardır ki, ‘Bid‘aların revâcı hengâmında ehl-i îmân ve takvâdan bir kısım sulehâ, Sahâbe derecesinde veya daha ziyâde efdal olabilir’ diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahîh midir? Sahîh ise hakîkatleri nedir?” Elcevab: Enbiyâdan sonra nev‘-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin icmâı bir huccet-i kātıadır ki, o rivâyetlerin sahîh kısmı, fazîlet-i cüz’iye hakkındadır. Çünkü cüz’î fazîlette ve hususî bir kemâlde, mercûhrâcihe tereccüh edebilir. Yoksa Sûre-i Feth’in âhirinde sitâyişkârâne tavsîfât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medh ü senâsına mazhar olan Sahâbelere, fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakîkatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden “üç hikmeti” beyân edeceğiz. Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviyeöyle bir iksîrdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukābil hakîkatin envârına mazhar olur. Çünkü sohbette insibâğve in‘ikâs vardır. Ma‘lûmdur ki, in‘ikâs ve tebeiyetle, o nûr-u a‘zam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki bir sultanın hizmetkârı onun tebeiyetiyle öyle bir mevki‘ye çıkar ki, bir şâh çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler Sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celâleddîn-i Süyûtî gibi, uyanık iken çok def‘a sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resûl-ü Ekrem (asm) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahâbe’ye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (asm) nûruyla, yani Nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı Nebevîden sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (asm) nûruyla sohbettir. Demek Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (asm) cihetindedir. Nübüvvet i‘tibâriyle değildir. Madem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir. Sohbet-i Nebeviyene derece bir iksîr-i nûrânî olduğu bununla anlaşılır ki, bir bedevî adam kızını sağ Sayfa 164 olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basmaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakāik ve rehber-i kemâlât olurdu
Altıncısı: Selef-i sâlihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nûr ve asr-ı hakîkat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfî bir nûr alıp hâlis bir ictihâd edebilirler. Şu zamanın ehl-i ictihâdı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesâfede hakîkat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler. Eğer desen: “Sahâbeler de insandırlar. Hatadan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki ictihâdâtın ve ahkâm-ı şerîatın medârı, Sahâbelerin adâleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet, ‘Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler’ diye ittifâk etmişler?” Elcevab: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka i‘tibâriyle hakka âşık, sıdka müştâk, adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle; ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe Arş’tan ferşe kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseyleme-i Kezzâb’ın derekesinden, a‘lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseyleme’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi; Muhammedü’l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a‘lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i nübüvvetin ziyâ-yı sohbeti ile nûrlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukūta sebeb; ve Müseyleme’nin maskara-âlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe, ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi‘râc-ı suûd ve terakkî ve Fahr-i Risâlet’in hazîne-i âliyesinden en revâclı bulunan ve şa‘şaa-i cemâliyle ictimâât-ı insaniyeyi nûrlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka ve bilhassa ahkâm-ı şer‘iye rivâyetinde ve teblîğinde, elbette ellerinden geldiği kadar tâlib ve muvâfık ve âşık olmaları kat‘îdir, zarûrîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda kizb ve sıdkın ortasındaki mesâfe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta siyâset propagandası vâsıtası ile yalancılık, doğruluğa tercîh ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakîkat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının ma‘rifetine ve sözüne i‘timâd edip körü körüne alınmaz. Sayfa 160 Hâtime: Asırlara göre şerîatlar değişir, belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şerîat-ı kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelif şerîatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir. Mizâçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şerîatlar değişir. Milletlerin isti‘dâdına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü ahkâm-ı şer‘iyenin teferruât kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur. Enbiyâ-yı sâlifezamanında tabakāt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şerîatlar, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıt‘ada, bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şerîatlar bulunurmuş. Sonra Âhirzaman Peygamberi’nin gelmesiyle, insanlar güya ibtidâî derecesinden i‘dâdiyederecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtile akvâm-ı beşeriyebir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şerîatla amel edecek vaz‘iyete geldiğinden, ayrı ayrı şerîata ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediklerinden ve bir tarz-ı hayat-ı ictimâiyede gitmediklerinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz hayat-ı ictimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem o hâle müsâade etmediği gibi, mezâhibde bir olmaz.