Home
Categories
EXPLORE
Society & Culture
True Crime
History
News
Comedy
Business
Science
About Us
Contact Us
Copyright
© 2024 PodJoint
Loading...
0:00 / 0:00
Podjoint Logo
IT
Sign in

or

Don't have an account?
Sign up
Forgot password
https://is1-ssl.mzstatic.com/image/thumb/Podcasts211/v4/84/16/1c/84161c9d-99c6-a725-cf1c-5aecfb18f4d3/mza_14655795439360588289.jpg/600x600bb.jpg
Sözler Mecmuası
Av. Ali Kurt
96 episodes
3 days ago
Bediüzzaman Said Nursî’nin eseri olan Risale-i Nur Külliyatı'nı anlamak, hayatımıza katmak ve derinlemesine kavramak için yola çıktık. Her bölümde Av. Ali Kurt ile Risale-i Nur'daki önemli konulara odaklanarak iman, ahlak ve irfan yolculuğunda rehber olacak dersler sunuyoruz. İlgili her yaştan dinleyiciyi, hayatlarına anlam katacak bu düşünceleri keşfetmeye davet ediyoruz. Lem'alar Mecmuası için: Apple Podcast: https://podcasts.apple.com/us/podcast/lemalar-mecmuası/id1777199594 Spotify: https://open.spotify.com/show/0q1S0du5ofaVy71I2lkG1R Bilgi ve yorumlarınız için: alikurthizmet@gmail.com
Show more...
Courses
Education
RSS
All content for Sözler Mecmuası is the property of Av. Ali Kurt and is served directly from their servers with no modification, redirects, or rehosting. The podcast is not affiliated with or endorsed by Podjoint in any way.
Bediüzzaman Said Nursî’nin eseri olan Risale-i Nur Külliyatı'nı anlamak, hayatımıza katmak ve derinlemesine kavramak için yola çıktık. Her bölümde Av. Ali Kurt ile Risale-i Nur'daki önemli konulara odaklanarak iman, ahlak ve irfan yolculuğunda rehber olacak dersler sunuyoruz. İlgili her yaştan dinleyiciyi, hayatlarına anlam katacak bu düşünceleri keşfetmeye davet ediyoruz. Lem'alar Mecmuası için: Apple Podcast: https://podcasts.apple.com/us/podcast/lemalar-mecmuası/id1777199594 Spotify: https://open.spotify.com/show/0q1S0du5ofaVy71I2lkG1R Bilgi ve yorumlarınız için: alikurthizmet@gmail.com
Show more...
Courses
Education
Episodes (20/96)
Sözler Mecmuası
(92) 29. Söz/3,Sh 182 | Melâike ve rûhâniyât kâinâtın herbir cihetinde bir ubûdiyetle muvazzaftırlar

Madem bu nihâyetsiz tezyînât, nihâyetsiz bir vazîfe-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihâyetsiz vazîfeye, şu hikmetli nezârete, şu vüs‘atli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihâyetsiz ve çok mütenevvi‘ olan şu vezâif ve ibâdete, nihâyetsiz melâike envâ‘ları, rûhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin. Evet, şu kâinâtın her bir cihetinde, her bir dâiresinde rûhâniyât ve melâikelerden birer tâife, birer vazîfe-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivâyât-ı ehâdîsiyenin işârâtıyla ve şu intizâm-ı âlemin hikmeti ile, denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut, ta yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefîne ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler. Âlem-i şehâdeti seyredip gezerler. O merkeblerinin tesbîhâtını temsîl ederler. Hem denilebilir: Bir kısım hayatdâr ecsâm, bir hadîs-i şerîfte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridir. Onlar bunların içine emr-i hakla girerler. Âlem-i cismâniyâtı seyiredip, o hayatdâr cesedlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile, âlem-i cismânîdeki mu‘cizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar. Tesbîhât-ı mahsûsalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakîkat böyle iktizâ ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nûr-u hayata münâsebeti pek cüz’î olan sudan, mütemâdiyen hummâlı bir fa‘âliyetle letâfetli hayatı ve nûrâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münâsib şu nûr denizinden ve hatta şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuûr mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.

Show more...
1 week ago
57 minutes 48 seconds

Sözler Mecmuası
(91) 29. Söz/2, Sh 181 | Mukaddime | Melâike ve rûhâniyât, insan ve hayvanların vücûdu kadar kat‘îdir

YİRMİ DOKUZUNCU SÖZاَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ٭ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِتَنَزَّلُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَب۪ي ٭Şu makam, iki “Maksad-ı Esâs” ile, bir “Mukaddime” den ibârettir. Mukaddime: Melâike ve rûhâniyâtın vücûdu, insan ve hayvanların vücûdu kadar kat‘îdir, denilebilir. Evet, On Beşinci Söz’ün Birinci Basamağı’nda beyân edildiği gibi; hakîkat kat‘iyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuûr sekeneleri olsun. Ve o sekeneler, o semâvâta münâsib bulunsun. Şerîatın lisânında pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere, ‘melâike ve rûhâniyât’ tesmiye edilir. Evet, hakîkat böyle iktizâ eder. Zîrâ şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakāretiyle beraber zîşuûr mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuûrlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrîh eder ki, şu muhteşem burçlar sâhibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nûr-u vücûdun nûru olan zîhayat; ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuûr ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinât kitabının mütâlaacıları ve şu saltanat-ı rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umûmî ubûdiyetleri ile, kâinâtın büyük ve küllî mevcûdâtın tesbîhâtlarını temsîl ediyorlar. Evet, şu kâinâtın keyfiyâtı, onların vücûdlarını gösteriyor. Çünkü kâinâtı had ve hesaba gelmeyen, dakîk san‘atlı tezyînâtve o ma‘nîdâr mehâsin ile ve hikmetdâr nukūş ile süslendirip tezyîn etmesi, bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsân edicilerin ve mütehayyir takdîr edicilerin enzârını ister, vücûdlarını taleb eder. Evet, nasıl ki hüsün, elbette bir âşık ister. Taâm ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihâyetsiz hüsn-ü san‘at içinde gıdâ-yı ervâh ve kūt-u kulûb, Elbette melâike ve rûhânîlere bakar, gösterir.Hâşiye: Tevâfukta hâric kalan (ي، ت، ش، د) satırların mecmûuyla, Risâle-i Nûr müellifinin hayatının başlangıcı olan 1294 (m. 1877) tarihini göstermekle beraber, isimdeki (ي) hâriç nüktesiz, tevâfuksuz kalan (ل ن) zammı ile beraber, işâret-i Gavsiyedeki iki işâret-i gaybiyeye muvâfık olarak, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfi olacak olan 1364 (m. 1949) tarihini göstermekle, o iki işareti te’yîd etmekle, onlar ile teeyyüd ediyor. Risâle-i Nûr Kur’ân’ın hâs bir tefsîri olmak cihetiyle, nüzûl-ü Kur’ânın yirmi üç senesine muvâfık olarak, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün başındaki sahîfesinin tevâfuktan hâriçte kalan harfleri satırlar ile iki işâret-i Gavsiyeye muvâfık olarak müntehâ-yı te’lîfi olacak olan bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini; ve âhirki sahîfesi elifler ile mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir (m. 1926) tarihini gösterdiğinden, müddet-i te’lîf yirmi üç sene olup, Risâle-i Nûr’un menbaı ve ma‘deni olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın müddet-i nüzûlüne tevâfuku, i‘câz-ı Kur’ânînin bir şu‘lesi tefsîrine in‘ikâs ettiğini gösteriyor.Re’fet, Rüşdü, Husrev

Show more...
3 weeks ago
1 hour 4 minutes 35 seconds

Sözler Mecmuası
(90) 29. Söz/1, Sh 179 | Beka-yı ruh, melâike ve haşre dâir olan 29.Söz'de Elifler'in latif tevâfuku

Risâle-i Nûr mîzânlarından ve îmân âhiret burhânlarındanYİRMİ DOKUZUNCU SÖZBekā-yı Rûh ve Melâike ve Haşr’e dâirdir.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanBu risâlenin şirin ve latîf bir diğer tevâfuku da şudur ki, bu sözün bir kerâmet-i zâhiresi olan eliflerin tevâfukāt-ı acîbesi içinde, “Saîdü’n-Nûrsî” nin makam-ı ebcedîsi tam tamına tevâfuk ediyor. Çünkü, sahîfe başlarında gelen eliflerin mecmû‘-u adedi “beş yüz bir” olduğu gibi, “Saîdü’n-Nûrsî” aynen “beş yüz bir” dir. Elbette böyle ma‘nîdâr bir tevâfuk, kat‘iyen tesâdüf işi olamaz.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanElifAdedi(12)Risâle-i Nûr eczâlarının ekserîsi letâif-i tevâfukiyeden birer nev‘ine mazhardırlar. Bazıları hârika derecesindedir ki, buradaki dahi o hârikadandır. Onuncu Söz’ün büyük kardeşi olan bu Yirmi Dokuzuncu Söz, Onuncu Söz’den daha ileri, parlak bir tevâfukāt-ı elifiyeyi gösteriyor. Bu Söz’ü üç müstensih yazdılar. Her birisinde ayrı bir hârika göründü. Bu nüsha daha latîftir. Dikkat ettik, tekellüf de yoktur. Demek bu Söz’ün hakîkî hattı, bu nüshadaki tarzdır. Bu nüshadaki tevâfukāt-ı elifiye sun‘î olmadığına kat‘î delil şudur ki, bir müstensih (Hâşiye) gayet sür‘atli, bir tek gecede, üç sahîfe noksân olarak bu nüshayı yazmış. Hayret verici elifler bu vaz‘iyeti göstermişler. Sun‘î olsa idi, çok geceler lâzımdı. Bu nüsha, o nüshadan bir derece tanzîm ile aynen alınmıştır. Evvelki müstensihin kat‘iyen te’mînâtıyla, hem bir tek gecede yazmasının şehâdetiyle, bilerek elifler getirilmemiş, belki geldikten sonra bilinmiş. Demek gelmesi şuûr ile değil, bulunması şuûr iledir. Tevâfukāt-ı latîfesindendir ki, on altı def‘a on altı elif gelmesiyle, satırların on altısına tevâfukla gayet şirin düşmüştür. Hem bütün sahîfeler birbirine tevâfuk ediyor. Kısmen de sahîfe rakamına bakıyor. Üç elifli sahîfe bir def‘a, on iki elifli sahîfeler beş def‘a, on üç elifli iki def‘a, on dört elifli altı def‘a, on beş elifli dört def‘a, on altı elifli on altı def‘a gelmiştir. Satır başlarında tevâfuktan hâriçte kalan eliflerin yerlerine gelen hurûfâtın karşı karşıya tevâfukları, latîf ve ma‘nîdâr düşüp, kat‘iyen kasıd eseri olmadığını gösteriyor. Bu latîf tevâfukundan daha ince letâfeti şudur ki, yirmi yedinci ve yirmi dokuzuncu sahîfelerdeki on dört elif tevâfuku içinde, hâriç kalan beşinci ve yedinci satır ile, birinci ve ikinci satırların başlarında (واو) ve (با) gelmesidir. Hem tevâfuksuz kalan (ن) ve (ل) harfleri, baştaki (ي، ت، ش،د) harfleri ile beraber, satırlar yekünü ile, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfinin tarihi olacak olan, bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini gösteriyor.Hâşiye: Bu acîb istinsâh, te’lîften beş sene sonradır.Hâşiye: Bu sahîfe eliflerin sahîfe tevâfukātından başka, bu risâledeki bütün sırlardan beş altı ay evvel yazıldığından, hem mukābil sahîfe bütün sahîfelere muhâlif olarak tevâfuksuz on iki rakamını gösterdiğinden, bu sahîfedeki “on iki elif” risâle eliflerinin sırlarına medâr olabilir.

Show more...
3 weeks ago
1 hour 17 minutes 49 seconds

Sözler Mecmuası
(89) 28. Söz/4, Sh 176 | Cennette binlerce köşk ve hûri ihsan edilmesine ne ihtiyaç var, ne demektir?

Sayfa 176Suâl: Ehâdîs-i şerîfede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i cennete, dünya kadar bir yer veriliyor. Yüz binler kasır ve yüz binler hûri ihsân ediliyor. Bir tek adama bu kadar şeylerin, ne lüzûmu var? Ne ihtiyacı var? Nasıl olabilir? Ve ne demektir?”Elcevab: Eğer insan, yalnız câmid bir vücûd olsa idi veyahud yalnız mideden ibâret nebâtî bir mahlûk olsa idi veyahud yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismâniye ve bir cism-i hayvânîden ibâret olsa idi, öyle çok kasırlara, çok hûrilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle câmi‘ bir mu‘cize-i kudrettir ki, hatta şu dünyâ-yı fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişâf etmemiş bazı letâifinin ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette nihâyetsiz isti‘dâda mâlik, nihâyetsiz ihtiyaçlar lisânıyla, nihâyetsiz arzular eliyle, nihâyetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdîsde beyân olunan ihsânât-ı İlâhiyeye mazhariyeti ma‘kūldür ve haktır ve hakîkattir. Ve şu hakîkat-i ulviyeye bir temsîl dürbünü ile rasadedeceğiz. Şöyle ki:Bu dere bahçesi gibi, (Hâşiye) şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası i‘tibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı, “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrângâhımdır” diyebilir. Barla’yı zabt edip dâire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştirâki, onun bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hâne yapmış. Güneş benim bir lâmbamdır. Yıldızlar benim elektriklerimdir. Yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkātın iştirâki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bil’akis mahlûkāt, onun hânesini tezyîn eder. Hânenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar.Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet i‘tibâriyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmede bir nevi‘ tasarruf da‘vâ etse, cesîm bir ni‘mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesâfede bir mülkihsân etmek, nasıl istib‘âd edilebilir?Hâşiye: Sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı.Sayfa 177Hem nasıl ki, şu kesâfetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pek çok aynalarda bir anda aynen bulunması gibi, öyle de nûrânî bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması, On Altıncı Söz’de isbat edildiği gibi, meselâ, Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arş’ta, hem huzûr-u Nebevîde, hem huzûr-u İlâhîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haşirde bir anda ekser etkıyâ-yı ümmetiyle görüşmesi; ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezâhür etmesi; ve evliyânın bir nevi‘ garibi olan abdâlların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyada bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadârâne bulunması ma‘lûm ve meşhûd olduğundan, elbette nûrânî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayâl sür‘atinde olan ehl-i cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup yüz bin hûrilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî cennete, o nihâyetsiz rahmete lâyıktır. Ve Muhbir-i Sâdık’ın (asm) haber verdiği gibi, hak ve hakîkattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terâzisiyle, o muazzam hakîkatler tartılmaz.İdrâk-ı maâli bu küçük akla gerekmez.Zîrâ bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُرَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Show more...
1 month ago
59 minutes 22 seconds

Sözler Mecmuası
(88) 28. Söz/3, Sh 175 | Yetmiş kat elbiseli huriler ve dünyadan gelen cennetlik kadınların güzelliği

Suâl: Ehâdîsde denilmiş: “Hûriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne ma‘nâsı var? Nasıl güzelliktir?Elcevab: Ma‘nâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni‘ olmazsa, yeter.Halbuki güzel, hayatdâr, revnakdâr, bütün kışırsız, lüb ve kabuksuz iç olan cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîfolan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme cennetteki nisâ-yı dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler.Demek en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin, birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor. Evet, “Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” ta‘bîriyle hadîs-i şerîf işaret ediyor ki, insanın ne kadar hüsünperverve zevkperestve ziynete meftun ve cemâle müştâk duyguları ve hâsseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve her birisini ayrı ayrı okşayıp mes‘ud edecek, maddî ve ma‘nevî her nevi‘ ziynet ve hüsn-ü cemâle hûriler câmi‘dirler. Demek hûriler, cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından, birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücûdlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar. وَف۪يهَا مَا تَشْتَه۪يهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُ işaretinin hakîkatini gösteriyorlar.Hem cennette lüzûmsuz, kışırlı ve fuzûlî maddeler olmadığından, ehl-i cennetin ekil ve şürbünden sonra kāzûrâtı olmadığını, hadîs-i şerîf beyân ediyor. Madem şu süflî dünyada en âdî zîhayat olan ağaçlar, çok tegaddî ettikleri halde, kāzûrâtsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan cennet ehli, neden kāzûrâtsız olmasın?

Show more...
2 months ago
35 minutes 19 seconds

Sözler Mecmuası
(87) 28. Söz/2, Sh 173 | Sevdiğimiz kişiler cennette farklı makamlarda iseler nasıl beraber olacağız?

Suâl: Cisim eğer hayatî olsa, eczâ-yı bedenî dâim terkîb ve tahlîldedir. İnkırâza mahkûmdur. Ebediyete mazhar olamaz. Ekilve şürb, bekā-yı şahsî ve muâmele-i zevciyeise, bekā-yı nev‘î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?Elcevab: Evvelâ şu âlemde, cism-i zîhayatın inkırâza ve mevte mahkûmiyeti ise, vâridât ve masârıfın muvâzenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemâle kadar vâridât çoktur. Ondan sonra masârıf ziyâdeleşir, muvâzene kaybolur. O da ölür. Âlem-i ebediyette ise, zerrât-ı cisim sâbit kalıp, terkîb ve tahlîle ma‘rûz değil. Veyahud muvâzene sâbit kalır. (Hâşiye) Vâridât ile masârıf muvâzenettedir. Devr-i dâimîgibi cism-i zîhayat telezzüzât için hayat-ı cismâniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir. Ekilve şürb ve muâmele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir. Bir vazîfeye gider. Fakat o vazîfeye bir ücret-i muacceleolarak öyle mütenevvi‘ lezîz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sâir lezâize tereccüh ediyor. Madem bu dâr-ı elemde bu kadar acîb ve ayrı ayrı lezzetlere medâr, ekilve nikâhtır. Elbette dâr-ı lezzet ve saadet olan cennette, o lezzetler o kadar ulvî bir sûret alıp ve vazîfe-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştihâ sûretinde ilâve ederek cennete lâyık ve ebediyete münâsib en câmi‘ hayatdâr bir ma‘den-i lezzet olur.Evet, وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ sırrınca, şu dâr-ı dünyâda câmid ve şuûrsuz ve hayatsız maddeler, orada şuûrlu, hayatdârdırlar. Buradaki insanlar gibi, orada da ağaçlar; buradaki hayvanlar gibi, oradaki taşlar emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen: “Filan meyveyi bana getir” getirir. Filan taşa desen: “Gel” gelir. Madem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar. Elbette ekilve şürb ve nikâh dahi hakîkat-i cismâniyelerini muhâfaza etmekle beraber, cennetin dünya fevkındeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir sûret almaları iktizâ eder.Hâşiye: Şu dünyada cism-i insanî ve hayvânî, zerrât için güya bir misafirhâne, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler. Hayatdâr olan âlem-i bekāya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ sırrınca nûr-u hayat orada âmmdır. Nûrlanmak için o seyr ü sefere ve o ta‘lîmât ve ta‘lîme lüzûm yoktur. Zerreler demirbaş olarak sâbit kalabilirler.Sayfa 174Suâl: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, dost dostuyla beraber cennette bulunacaktır. Halbuki basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i Nebeviyede lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın feyzi, bir basit bedevî feyzi ile nasıl birleşir?Elcevab: Bir temsîl ile şu ulvî hakîkate, şöyle bir işaret ederiz ki: Meselâ, gayet güzel ve şa‘şaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrângâh, öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat‘ûmâtı câmi‘, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayâliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemilve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek her şeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan, cüz’î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanâyi‘-i garîbeden anlamaz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kābiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifâde eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri o derece mükemmel ve o mertebe inkişâf etmiştir ki, o seyrângâhtaki bütün...

Show more...
3 months ago
56 minutes

Sözler Mecmuası
(86) 28. Söz/1, Sh 171 | Cennete dairdir | Kusurlu cismaniyetin ebediyet ve cennetle ne alakası var?

YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZŞu söz cennete dâirdir. Şu Söz’ün iki makamı var. Birinci Makam, cennetin bazı letâifine işaret eder. Fakat Onuncu Söz’de on iki hakîkat-i kātıa ile gayet kat‘î bir surette ve bu Söz’ün İkinci Makam’ında, (Hâşiye) Onuncu Söz’ün hulâsası ve esası müteselsilgayet metîn arabîbir burhân-ı kat‘î ile, gayet parlak bir tarzda vücûdu isbat olunan cennetin isbât-ı vücûdundan bahis değil, belki şu makamda yalnız suâl ve cevaba ve tenkîde medâr olan birkaç ahvâl-i cennetten bahseder. Eğer tevfîk-i İlâhî refîk olsa, sonra azîm bir söz o muazzam hakîkate dâir yazılacaktır inşâallâh.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِوَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَCennet-i bâkiyeye dâir bazı suâllere kısa cevablardır. Cennete dâir, cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı olan beyânât-ı âyât-ı Kur’âniye, kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla bir şey söylesin. Fakat o parlak ezelî ve ebedî, yüksek ve güzel âyetleri fehme takrîb için bazı basamakları, hem o cennet-i Kur’âniyeden numûne için bazı çiçeklerin numûnesi nev‘inden bazı nükteleri söyleyeceğiz. Beş rumûzlu suâl ve cevabla işaret edeceğiz. Evet, cennet bütün lezâiz-i ma‘neviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır.Hâşiye: Onuncu Söz’ün bir cihette esâsı ve Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî İkinci Makam’ı ‘Lâsiyyemâlar’ olup Mesnevî-i Nûriye’de dercedilmiştir.Sayfa 172Suâl: Kusurlu, noksâniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismâniyetin ebediyetle ve cennet ile ne alâkası var?Madem ruhun âlî lezâizi vardır, ona kâfîdir. Lezâiz-i cismâniye için bir haşr-i cismânî neden îcâb ediyor?Elcevab: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır. Fakat masnûât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe’ ve medâr olduğundan, bütün anâsır-ı sâirenin ma‘nen fevkıne çıktığı gibi; hem kesâfetli olan nefs-i insaniye sırr-ı câmiiyet i‘tibâriyle tezekkîetmek şartıyla, bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet en câmi‘, en muhît, en zengin bir âyîne-i tecelliyât-ı esmâ-yı İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzâna çekecek âletler cismâniyettedir.Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, rızık zevkinde envâ‘-ı mat‘ûmât adedince mîzânlara menşe’ olmasa idi, her birini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser esmâ-yı İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı, yine cismâniyettedir. Hem gayet mütenevvi‘ ve nihâyet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek isti‘dâdlar, yine cismâniyettedir.Madem şu kâinâtın Sâni‘i, şu kâinâtla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün envâ‘-ı ihsânâtını tattırmak istediğini, kâinâtın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Söz’de isbat edildiği gibi, kat‘î anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinâtın bir havz-ı ekberi ve bu kâinât tezgâhının işlediği mahsûlâtın bir meşher-i a‘zamı ve şu mezraa-i dünyânın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinâta bir derece benzeyecektir. Hem cismânî, hem rûhânî bütün esâsâtını muhâfaza edecektir.Ve o Sâni‘-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm, elbette cismânî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hıdemâtına mükâfât olarak ve ibâdât-ı mahsûsalarına sevab olarak onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa hikmet ve adâlet ve rahmetine zıd bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adâletine uygun değildir. Kābil-i tevfîk olamaz.Sayfa 173Suâl: Cisim eğer hayatî olsa, eczâ-yı bedenî dâim terkîb ve tahlîldedir. İnkırâza mahkûmdur. Ebediyete mazhar olamaz. Ekilve şürb, bekā-yı şahsî ve muâmele-i zevciyeise, bekā-yı nev‘î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden cennetin en büyük ...

Show more...
3 months ago
54 minutes 16 seconds

Sözler Mecmuası
(85) 27. Söz⧸8, Sh 168 | Evliyanın büyükleri dahi Sahabenin küçüklerine müsâvât da‘vâsını kazanama

Suâl: Deniliyor ki: “Sahâbeler Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gördüler, sonra îmân ettiler. Biz ise görmeden îmân ettik. Öyle ise îmânımız daha kavîdir. Hem kuvvet-i îmânımıza delâlet eden rivâyet var?” Elcevab: Sahâbeler, o zamanda efkâr-ı âmme-i âlemhakāik-i İslâmiyeye muârız ve muhâlif iken, Sahâbeler yalnız sûret-i insaniyede Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görüp, bazen mu‘cizesiz olarak öyle bir îmân getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların îmânlarını sarsmıyordu. Şübhe değil, bazısına vesvese de vermezdi. Sizler ise, kendi îmânınızı Sahâbelerin îmânlarıyla muvâzene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye îmânınıza kuvvet ve sened olduğu halde, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şecere-i tûbâ-yı nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakāik-i Kur’âniye ile nûrânî muhteşem şahs-ı ma‘nevîsini bin mu‘cizât ile muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen îmânınız nerede? Bütün âlem-i küfrün ve Nasârâ ve Yehûd’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahâbelerin îmânları nerede? Hem Sahâbelerin kuvvet-i îmânlarını gösteren ve îmânlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatleri nerede? Ey müddeî! Senin şiddet-i zaafından ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük îmânın nerede? Ama hadîste vârid olan ki, “Âhirzamanda, beni görmeden îmân eden, daha ziyâde makbûldür” meâlindeki rivâyet, hususî fazîlete dâirdir. Hâs bazı eşhâs hakkındadır. Bahsimiz ise fazîlet-i külliye ve ekseriyet i‘tibâriyledir. Sayfa 169 İkinci Suâl: Diyorlar ki: “Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hatta hadîste var ki, ‘Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.’ Halbuki Sahâbeler, dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünyâ değil, belki bir kısım Sahâbe o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahâbelerin en ednâsına en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?” Elcevab: Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat‘î isbat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-yı İlâhiyeye mukābil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksâniyet değil, belki medâr-ı kemâldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve ma‘rifetullâhta ileri gider. Sahâbelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcûdâtı esmâ-yı İlâhiyenin aynası görüp, müştâkāne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-yı dünyâ ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar. Üçüncü Suâl: Tarîkatler hakîkatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-i Nakşibendî hakkında, o tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle ta‘rîf etmişler, demişler ki, دَرْ طَر۪يقِ نَقْشِبَنْد۪ي لَازِمْ اٰمَدْ چَارِ تَرْكْ، تَرْكِ دُنْيَا، تَرْكِ عُقْبٰا، تَرْكِ هَسْت۪ي، تَرْكِ تَرْكْ Yani “Tarîk-i Nakşî’de dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksûd-u hakîkî yapmamak, hem vücûdunu unutmak, hem ucba, fahra girmemek için bu terkleri düşünmemektir.” Demek hakîkî ma‘rifetullâh ve kemâlât-ı insaniye, terk-i mâsivâ ile olur? Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibâret olsa idi, bütün mâsivâyı terk, hatta esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalbetmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazîfedâr letâifi ve hâsseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi kendilerine mahsûs ayrı ayrı tarîk-i ubûdiyette hakîkat cânibine sevk etmek ile Sahâbe gibi geniş bir dâirede, zengin bir sûrette, kalb bir kumandan gibi letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp, tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihâr değil, belki netice-i ızdırârdır. Dördüncü Suâl: “Sahâbelere karşı iddiâ-yı rüchânnereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu mes’eleyi medâr-ı bahsetmek nedendir?

Show more...
4 months ago
54 minutes 1 second

Sözler Mecmuası
(84) 27. Söz/7, Sh 167 | 3.Vecih | Sahabelere fazîlet-i a‘mâl ve sevâb-ı ef‘âl cihetinde yetişilmez

Üçüncü Vecih: Fazîlet-i a‘mâlve sevâb-ı ef‘âlve fazîlet-i uhreviye cihetinde Sahâbelere yetişilmez. Çünkü nasıl bir asker bazı şerâit dâhilinde, mühim ve mahûfbir mevki‘de, bir saat nöbette bir sene ibâdet kadar bir fazîlet kazanabilir. Ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahâbelerin te’sîs-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya i‘lân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehîd olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet Sahâbeler, madem İslâmiyet’in te’sîsinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde saff-ı evvel teşkîl ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَاَصْحَابِه۪ demesiyle, Sahâbelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem nasıl ki, bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir sûret alır. Büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki, mebde’de küçük bir irtifâ‘, gittikçe bir yekün teşkîl eder. Sayfa 168 Hem nasıl ki, nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyâdelik, dâire-i muhîtada bazen bir metre kadar ziyâdeye mukābil geliyor. Aynen şu dört misâl gibi, Sahâbeler İslâmiyet’in şecere-i nûrâniyesinin köklerinden esaslarından oldukları, hem binâ-yı İslâmiyetin hutût-u nûrâniyesinin mebdeinde, hem cemâat-i İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvetve Sirâc-ı Hakîkat’ın merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur. Küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için hakîkî Sahâbe olmak lâzım geliyor. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذ۪ي قَالَ (اَصْحَاب۪ي كَالنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ) وَ (خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْن۪ي) وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ وَسَلِّمْ سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Show more...
4 months ago
54 minutes 33 seconds

Sözler Mecmuası
(83) 27. Söz/6, Sh 166 | 3.Sebep 2.Vecih| Sahabeler kurbiyet-i İlâhiye cihetinde akrebiyete mazhardır

İkinci Vecih: Sahâbelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk bize akrebdir ve her şeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise ondan nihâyetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak, iki sûretle olur. Birisi, akrebiyetin inkişâfıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar. Ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahâbeler o sırra mazhardırlar. Sayfa 167 İkinci sûret, bu‘diyetimiz noktasında kat‘-ı merâtib edip, bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre, seyr-i enfüsîve seyr-i âfâkîbu sûretle cereyân ediyor. İşte birinci sûret, sırf vehbîdir, kesbîdeğil; incizâbdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbûbiyettir. Yol kısadır, fakat çok metîn ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acâib ve hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ nasıl ki, dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi, zamanının cereyânına tâbi‘ olmayarak bir kuvvet-i kudsiye ile; fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat‘-ı mesâfe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor. Onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakîkate geçmek iki sûretledir. Biri, doğrudan doğruya hakîkatin incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakîkati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtibden seyr-i sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendân fenâ-yı nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler, yine Sahâbe’ye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin nefisleri tezkiye ve tathîr edildiğinden nefsin mâhiyetindeki cihâzât-ı kesîreile ubûdiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyâde mazhardırlar. Fenâ-yı nefisten sonra ubûdiyet-i evliyâ besâtat peydâ eder.

Show more...
4 months ago
55 minutes 49 seconds

Sözler Mecmuası
(82) 27. Söz/5, Sh 164 | 2.Sebep | Sahabeler, kemâlât-ı insaniyenin en a‘lâ derecesindedirler

İkinci Sebeb: Yirmi Yedinci Söz’deki ictihâd bahsinde beyân ve isbat edildiği gibi; Sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka i‘tibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en a‘lâ derecesindedirler. Çünkü o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık; ve kizb ve sıdk mâbeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki cehennem ve cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseyleme-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sâhibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâte meyyâl olan Sahâbeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp Müseyleme derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullâh’ın (asm) a‘lâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa koşmak, muktezâ-yı seciyeleridir. Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı ictimâiye-i insaniye dükkânında, bazı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri, zehr-i kātil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve ma‘nevî metâ‘ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryâk-ı nâfi‘ve bir pırlanta gibi herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadet’te hayat-ı ictimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekāvet-i ebediyegibi neticeleri ve Müseyleme-i Kezzâb gibi süflî maskaraları tevlîd ettiğinden, secâyâ-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahâbelerin, zehr-i kātilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedîhîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nûrânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve îmâna en nâfi‘ bir tiryâk, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiyeolan Sahâbeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle onlara müşteri ve müştâk olması zarûrîdir. Sayfa 165 Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı ictimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revâc verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahâbe’nin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkāniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes’eleyi bir derece tenvîr edecek, başıma gelmiş bir hâlimi beyân ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi, ne için Muhyiddîn-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّيَ الْاَعْلٰي derken, şu kelimenin ma‘nâsı inkişâf etti. Tam ma‘nâsıyla değil, fakat bir parça hakîkati göründü. Kalben dedim: “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsa idim, bir sene ibâdetten daha iyi idi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in envârıyla hâsıl olan o inkılâb-ı azîm-i ictimâîde ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaz‘iyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbîh bütün ma‘nâsının tabakātını turfandave tarâvetli ve taze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrâkası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i ma‘neviyesini uyandırmış. Hatta vehim ve hayâl ve sır gibi duygular hüşyâr ve müteyakkız bir sûrette, o zikir, o tesbîhlerdeki müteaddid ma‘nâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyâr olan Sahâbeler, envâr-ı îmâniye ve tesbîhiyeyi câmi‘ olan kelimât-ı mübâreke..

Show more...
4 months ago
54 minutes 28 seconds

Sözler Mecmuası
(81) 27. Söz/4, Sh 162 | Zeyl | Sahabeler hakkındadır | Sahabelere, fazîlet-i külliyede yetişilemez

Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli Sahâbeler hakkındadır. Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi derim: يَا رَسُولَ اللّٰهْ چِه بَاشَدْ چُونْ سَكِ اَصْحَابِ كَهْفْ دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ اَصْحَابِ تُو اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَيْ رَوَاسْتْ اُو سَكِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَكِ اَصْحَابِ تُو Sayfa 163 بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ Sahâbeler hakkında وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَي الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ ilâ âhiri’l-âyet Suâl ediyorsunuz: “Bazı rivâyetlerde vardır ki, ‘Bid‘aların revâcı hengâmında ehl-i îmân ve takvâdan bir kısım sulehâ, Sahâbe derecesinde veya daha ziyâde efdal olabilir’ diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahîh midir? Sahîh ise hakîkatleri nedir?” Elcevab: Enbiyâdan sonra nev‘-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin icmâı bir huccet-i kātıadır ki, o rivâyetlerin sahîh kısmı, fazîlet-i cüz’iye hakkındadır. Çünkü cüz’î fazîlette ve hususî bir kemâlde, mercûhrâcihe tereccüh edebilir. Yoksa Sûre-i Feth’in âhirinde sitâyişkârâne tavsîfât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medh ü senâsına mazhar olan Sahâbelere, fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakîkatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden “üç hikmeti” beyân edeceğiz. Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviyeöyle bir iksîrdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukābil hakîkatin envârına mazhar olur. Çünkü sohbette insibâğve in‘ikâs vardır. Ma‘lûmdur ki, in‘ikâs ve tebeiyetle, o nûr-u a‘zam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki bir sultanın hizmetkârı onun tebeiyetiyle öyle bir mevki‘ye çıkar ki, bir şâh çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler Sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celâleddîn-i Süyûtî gibi, uyanık iken çok def‘a sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resûl-ü Ekrem (asm) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahâbe’ye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (asm) nûruyla, yani Nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı Nebevîden sonra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (asm) nûruyla sohbettir. Demek Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (asm) cihetindedir. Nübüvvet i‘tibâriyle değildir. Madem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir. Sohbet-i Nebeviyene derece bir iksîr-i nûrânî olduğu bununla anlaşılır ki, bir bedevî adam kızını sağ Sayfa 164 olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basmaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakāik ve rehber-i kemâlât olurdu

Show more...
4 months ago
48 minutes 39 seconds

Sözler Mecmuası
(80) 27. Söz/3, Sh 159 | 6.Mani, Hatime | Ahkâm-ı şer‘iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar

Altıncısı: Selef-i sâlihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nûr ve asr-ı hakîkat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfî bir nûr alıp hâlis bir ictihâd edebilirler. Şu zamanın ehl-i ictihâdı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesâfede hakîkat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler. Eğer desen: “Sahâbeler de insandırlar. Hatadan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki ictihâdâtın ve ahkâm-ı şerîatın medârı, Sahâbelerin adâleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet, ‘Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler’ diye ittifâk etmişler?” Elcevab: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka i‘tibâriyle hakka âşık, sıdka müştâk, adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle; ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe Arş’tan ferşe kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseyleme-i Kezzâb’ın derekesinden, a‘lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseyleme’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi; Muhammedü’l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a‘lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i nübüvvetin ziyâ-yı sohbeti ile nûrlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukūta sebeb; ve Müseyleme’nin maskara-âlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe, ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi‘râc-ı suûd ve terakkî ve Fahr-i Risâlet’in hazîne-i âliyesinden en revâclı bulunan ve şa‘şaa-i cemâliyle ictimâât-ı insaniyeyi nûrlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka ve bilhassa ahkâm-ı şer‘iye rivâyetinde ve teblîğinde, elbette ellerinden geldiği kadar tâlib ve muvâfık ve âşık olmaları kat‘îdir, zarûrîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda kizb ve sıdkın ortasındaki mesâfe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta siyâset propagandası vâsıtası ile yalancılık, doğruluğa tercîh ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakîkat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının ma‘rifetine ve sözüne i‘timâd edip körü körüne alınmaz. Sayfa 160 Hâtime: Asırlara göre şerîatlar değişir, belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şerîat-ı kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelif şerîatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir. Mizâçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şerîatlar değişir. Milletlerin isti‘dâdına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü ahkâm-ı şer‘iyenin teferruât kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur. Enbiyâ-yı sâlifezamanında tabakāt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şerîatlar, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıt‘ada, bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şerîatlar bulunurmuş. Sonra Âhirzaman Peygamberi’nin gelmesiyle, insanlar güya ibtidâî derecesinden i‘dâdiyederecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtile akvâm-ı beşeriyebir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şerîatla amel edecek vaz‘iyete geldiğinden, ayrı ayrı şerîata ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediklerinden ve bir tarz-ı hayat-ı ictimâiyede gitmediklerinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz hayat-ı ictimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem o hâle müsâade etmediği gibi, mezâhibde bir olmaz.

Show more...
4 months ago
1 hour 6 minutes 51 seconds

Sözler Mecmuası
(79) 27. Söz/2, Sh 156 | 4-5.Mani | Üç nokta şu zamanın ictihadını arziye yapar, semâvîlikten çıkarır

Dördüncüsü: Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için tevessü‘ meyli bulunur. O meylü’t-tevessü‘ ise, çünkü dâhildendir, vücûd ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hâriçte tevsî‘ için bir meyil ise, o vücûdun cildini yırtmaktır. Tahrîb etmektir. Tevsî‘ değildir. Öyle de, İslâmiyet’in dâiresine selef-i sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla vezarûriyât-ı dîniyenin imtisâli tarîkiyle dâhil olanlarda meylü’t-tevessü‘ ve irâde-i ictihâd bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Sayfa 157 Yoksa zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercîh eden ve felsefe-i maddiye ile âlûdeolanlardan olan o meylü’t-tevsî‘ ve irâde-i ictihâd, vücûd-u İslâmiyeyi tahrîb ve boynundaki şer‘î zincirini çıkarmaya vesîledir. Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın ictihâdâtını arziye yapar. Semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki şerîat semâviyedir. Ve ictihâdât-ı şer‘iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler. Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercîhe sebebdir. Îcâda medâr değildir. İllet ise vücûduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rek‘at kılınır. Şu ruhsat-ı şer‘iyenin illeti seferdir. Hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da, namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakîkatin aksine olarak şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikāme edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle ictihâd arziyedir. Semâvî değildir. İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcîh ediyor. Halbuki şerîatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede âhirete vesîle olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, rûh-u şerîattan yabânîdir. Öyle ise şerîat nâmına ictihâd edemez. Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُب۪يحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zarûret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû’-i ihtiyârı ile, gayr-i meşrû‘ sebebler ile zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez. Ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz. Özür teşkîl edemez. Meselâ, bir adam, sû’-i ihtiyârıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-yı şerîatçe aleyhinde cârîdir. Ma‘zur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki‘ olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat sû’-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki‘ olmaz. Cezâ da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki, “Zarûrettir, bana helâldir.” Sayfa 158 İşte şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû’-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû‘ meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i ictihâdı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer‘iyeye medâr yaptıklarından, ictihâdları arziyedir. Hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, şer‘î değil. Halbuki semâvât ve arzın Hâlik’ının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlik’ın izn-i ma‘nevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merdûddur. Meselâ, bazı gāfiller hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp, her milletin lisânıyla söylemeyi iki sebeb için istihsân ediyorlar. Birincisi: Tâ siyâset-i hâzıra, avâm-ı müslimîne de o sûretle tefhîm edilsin. Halbuki siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlâhînin teblîğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin.

Show more...
4 months ago
58 minutes 8 seconds

Sözler Mecmuası
(78) 27. Söz/1, Sh 154 | İctihad Risalesi | İctihâd kapısı açıktır. Şu zamanda girmeye 6 mâni vardır

YİRMİ YEDİNCİ SÖZ İctihâd Risâlesi Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risâlede ictihâda dâir yazdığım bir mes’ele, iki kardeşimin arzularıyla o mes’eleye dâir haddinden tecâvüz edenin haddini bildirmek için şu söz, o mes’ele-i ictihâdiyeye dâir yazıldı. Sayfa 155 YİRMİ YEDİNCİ SÖZ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَي الرَّسُولِ وَاِلٰٓي اُولِي الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذ۪ينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ İctihâd kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “Altı Mâni” vardır. Birincisi: Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, ta‘mîr için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istîlâsı anında ve bid‘aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbâtı hengâmında, ictihâd nâmıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesîle olacak olan delikler açmak, İslâmiyet’e cinâyettir. İkincisi: Dinin zarûriyâtı ki, ictihâd onlara giremez. Çünkü kat‘î ve muayyendirler. Hem o zarûriyât, kūt ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikāmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyât kısmında ve selefin ictihâdât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni ictihâdlar yapmak, bid‘akârâne bir hıyânettir. Üçüncüsü: Nasıl ki çarşıda, mevsimlere göre birer metâ‘ mergūb oluyor. Vakit be-vakit birer mal revâc buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, ictimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ‘ mergūb olup revâc buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhîr ediliyor. Rağbetler ona celb oluyor. Nazarlar ona teveccüh ediyor. Fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda, siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin te’mîni ve felsefenin revâcları gibi. Ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergūb metâ‘, Hâlik-ı Semâvât ve Arz’ın marziyâtlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbât etmek; ve nûr-u nübüvvet ve Kur’ân ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yerler ve gökler Rabbi’nin marziyâtını anlamaya müteveccih Sayfa 156 olduğundan, ictimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukūâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyân ettiğinden, her kimin güzelce bir isti‘dâdı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı şuûrsuz olarak her şeyden bir ders-i ma‘rifet alır. O zamanda cereyân eden ahvâl ve vukūât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve isti‘dâdına, ictihâda bir isti‘dâd-ı ihzârî telkîn ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvîr ediyordu ki, yakîn idi ki, kesbsiz ictihâda kābiliyeti ola, ateşsiz nûrlana. İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müsteid, ictihâda çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen isti‘dâdı نُورٌ عَلٰي نُورٍ sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müctehid olurdu. Ama şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabîiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısâm etmiştir. Zihinler ma‘neviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip âlimlerle mübâhase eden Süfyân İbn-i Uyeyne olan bir müctehidin zekâsında bulunsa, Süfyân’ın ictihâdı kazandığı zamana nisbeten, on def‘a daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede ictihâdı tahsîl etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki, tahsîl edebilsin. Çünkü Süfyân’ın ibtidâ-yı tahsîl-i fıtrîsi, sinn-i temyîz zamanından başlar. Yavaş yavaş isti‘dâdı müheyyâ olur, nûrlanır. Her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.

Show more...
4 months ago
59 minutes 44 seconds

Sözler Mecmuası
(77) 24. Söz/24, Sh 150 | Ubûdiyet mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, netice-i ni‘met-i sâbıkadır

İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, belki netice-i ni‘met-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız. Çünkü ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücûdu sana giydirenHâlik-ı Zülcelâl, sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat‘ûmâtı bir sofra-i ni‘met içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-u zemîn kadar geniş bir sofra-i ni‘meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra ma‘nevî çok rızık ve ni‘metler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni‘met, o mi‘de-i insaniyetin önüne koymuş ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihâyetsiz ni‘metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i ve îmânı sana verdiğinden, dâire-i mümkinât ile beraber esmâ-yı hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dâiresine şâmil bir sofra-i ni‘met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra îmânın bir nûru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i ni‘met ve saadet ve lezzet sana ihsân etmiştir. Yani cismâniyetin i‘tibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdûd bir cüz’sün. Onun ihsânıyla cüz’î bir cüz’den, küllî bir küll-i nûrânî hükmüne geçtin. Zîrâ hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi‘ külliyete; ve insaniyeti vermekle hakîkî külliyete; ve İslâmiyet’i vermekle ulvî ve nûrânî bir külliyete; ve ma‘rifet ve muhabbeti vermekle muhît bir nûra seni çıkarmış. İşte ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, ni‘metli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Sayfa 151 Halbuki buna da tenbellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfî gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem “Ne için duâm kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyâzdır. Cenâb-ı Hakk, cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsân eder. Sen dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et. Ona güven ve şu fermanı dinle. قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه۪ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz ni‘metlere karşı nasıl şu mahdûd, cüz’î şükrümle mukābele edebilirim?” Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir i‘tikād ile. Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbûl adamlardan gelmiş. Orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri, kendi nâmıma sana takdîm ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsa idi, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçârenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek i‘tikād liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de, âciz bir abd namazında اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani “Bütün mahlûkātın hayatlarıyla sana takdîm ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdîm ediyorum. Eğer elimden gelse idi, onlar kadar tahiyyeler sana takdîm edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.” İşte şu niyet ve i‘tikād, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Hem nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, “Yâ Hâlikım! Senin esmâ-yı hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde i‘lân etmek isterim.” Cenâb-ı Hakk gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” şu sırra işaret eder.

Show more...
4 months ago
59 minutes 31 seconds

Sözler Mecmuası
(76) 24. Söz/23, Sh 148 | 5.Dal | 1.Meyve | Muhabbet, şu kâinâtın bir sebeb-i vücûdu ve râbıtasıdır

Beşinci Dal: Beşinci Dal’ın “Beş Meyvesi” var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim! Ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinâtın bir sebeb-i vücûdudur. Hem şu kâinâtın râbıtasıdır. Hem şu kâinâtın nûrudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinâtın en câmi‘ bir meyvesi olduğu için, kâinâtı istîlâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihâyetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihâyetsiz bir kemâl sâhibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlik’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir belâdır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, “Allah’a ısmarladık” demeyip gider. Gençliğin ve malın gibi. Ya muhabbetin için seni tahkîr eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu, ma‘şûkundan şikâyet eder. Çünkü Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbûblara perestiş etmek, o mahbûbların nazarında sakîldir. Ve istiskāl eder. Reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. Şehvânî sevmekler, bahsimizden hâriçtir. Demek sevdiğin şeyler, ya seni tanımıyor, ya seni tahkîr ediyor, ya sana refâkat etmiyor. Senin rağmine mufârakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcîh et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun Evet, Hâlik-ı Zülcelâl’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf bir kamçıdır. Onun rahmetinin kucağına atar. Ma‘lûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem‘asıdır. Demek, havfullâhta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullâhta ne kadar nihâyetsiz lezzet bulunduğu ma‘lûm olur. Hem Allah’dan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlûkāta ettiği muhabbet dahi firâklı elemli olmuyor. Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akāribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinâtı, dünyayı sever. Bu dâirelerin her birisine karşı alâkadârdır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleri ile müteellim olabilir. Sayfa 149 Halbuki, şu herc ü merc-i âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından, bîçâre kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ızdırab içinde kalır. Yahud gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakîkî sâhibine ver. Şu belâlardan kurtul. Şu nihâyetsiz muhabbetler, nihâyetsiz bir kemâl ve cemâl sâhibine mahsûstur. Ne vakit hakîkî sâhibine verdin, o vakit bütün eşyâyı onun nâmıyla ve onun aynası olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinâta sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en lezîz bir ni‘met iken, en elîm bir nikmet olur. Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine ma‘bûd ve mahbûb yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi‘ rubûbiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir, zîrâ kemâl zâtında sevilir. Yahud menfaattir. Yahud lezzettir. Veyahud hayriyettir. Ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir. Şimdi ey nefis! Birkaç Söz’de kat‘î isbat etmişiz ki, asıl mâhiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nûrun parlaklığını gösterdiği gibi; zıddiyet i‘tibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâl’in kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine aynadârlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin.

Show more...
4 months ago
54 minutes 25 seconds

Sözler Mecmuası
(75) 24. Söz/22, Sh 146 | 4.Dal/3 | Şu kainatta nebâtât ve cemâdât ile insanın vazifeleri nelerdir?

Üçüncü kısım ameleleri, nebâtât ve cemâdâttır. Onların cüz’-i ihtiyârîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri hâlisan livechillâhtır ve Cenâb-ı Hakk’ın irâdesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl ve kuvvetiyledir. Fakat nebâtâtın gidişatlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkîh ve tevlîdde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzâtları var. Fakat hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan muhtar olduğu için, lezzet ile beraber elemi de var. Cemâdât ve nebâtâtın amellerinde ihtiyâr gelmediği için, eserleri de, ihtiyâr sâhibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyâr sâhibi olanların içinde, arı emsâli gibi vahiy ve ilhâm ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz’-i ihtiyârîsine i‘timâd edenlerin amellerinden daha mükemmeldir. Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın her bir tâifesi, lisân-ı hâl ve isti‘dâd diliyle Fâtır-ı Hakîm’den suâl ediyorlar, duâ ediyorlar ki: “Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında tâifemizin bayrağını dikmek ile saltanat-ı rubûbiyetini lisânımızla i‘lân edelim. Ve rûy-u arz mescidinin her bir köşesinde, sana ibâdet etmek için bize tevfîk ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esmâ-yı hüsnânın nakışlarını, Sayfa 147 senin bedî‘ ve antika san‘atlarını, kendi lisânımızla teşhîr etmek için bize bir revâc ve seyahate iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm, onların ma‘nevî duâlarını kabul edip ki, bir tâifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir, her tarafa uçup gidiyorlar. Tâifeleri nâmına esmâ-yı İlâhiyeyi okutturuyorlar. Ekser dikenli nebâtât ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi. Ve bir kısmına da insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor. İnsanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı tâifelerine de hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip, her temas edene yapışıyor. Başka yerlere giderek tâife-sinin bayrağını dikerler. Sâni‘-i Zülcelâl’in antika san‘atını teşhîr ediyorlar. Ve bir kısmına da acı düğelek denilen nebâtât gibi, saçmalı tüfenk gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman, onun meyvesi olan hıyârcık düşer. Saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer‘ eder. Fâtır-ı Zülcelâl’in zikir ve tesbîhini kesretli lisânlar ile söylettirmeye çalışırlar ve hâkezâ, kıyâs et. Fâtır-ı Hakîm ve Kādir-i Alîm, kemâl-i intizâmla her şeyi güzel yaratmış, güzel techîz etmiş. Güzel gayelere tevcîh etmiş. Güzel vazîfelerle tavzîf etmiş. Güzel tesbîhât yaptırıyor. Güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesâdüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma. Çirkin etme. Çirkin yapma, çirkin olma. Dördüncü kısım insandır. Şu kâinât sarayında bir nevi‘ hademe olan insanlar hem melâikeye benzer, hem hayvanâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezâretin şumûlünde, ma‘rifetin ihâtasında, rubûbiyetin dellâllığında meleklere benzer, belki insan daha câmi‘dir. Fakat insanın şerîre ve iştihâlı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak pek mühim terakkıyât ve tedenniyâta mazhardır. Hem insan, amelinde nefis için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için hayvana benzer. Öyle ise, insanın iki maaşı var. Biri cüz’îdir, hayvânîdir, muacceldir. İkincisi melekîdir, küllîdir, müecceldir. Şimdi, insanın vazîfesiyle maaşı ve terakkıyât ve tedenniyâtı, geçen yirmi üç aded sözlerde kısmen geçmiştir. Hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncü’de daha ziyâde beyân edilmiş. Onun için şurada ihtisâr ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamürrâhimîn’den, rahmet kapılarını bize açmasını ve şu Söz’ün tekmîline tevfîkini refik eylemesini niyâz ile, kusurumuzun ve hatamızın affını taleb ile hatmediyoruz.

Show more...
4 months ago
50 minutes 52 seconds

Sözler Mecmuası
(74) 24. Söz/21, Sh 144 | 4.Dal/2 | Hayvanâtın istihdamındaki beş gaye / Bülbül bahsine tetimme

Ve bu saray-ı kâinâtta ikinci kısım amele hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sâhibi bir nefis ve bir cüz’-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri hâlisan livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâl-i ve’l-İkrâm, kerîm olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsân ediyor. Meselâ, meşhur (Hâşiye) bülbül kuşu, gülün aşkıyla ma‘rûf o hayvancığı Fâtır-ı Hakîm istihdâm ediyor. Beş Gaye için onu isti‘mâl ediyor. Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi i‘lâna me’murdur. İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatîb-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve i‘lân-ı sürûr etmekle muvazzaftır. Üçüncüsü: Ebnâ-yı cinsine imdâd için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir. Dördüncüsü: Nev‘-i hayvânâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyâcını, Hâşiye: Bülbül şâirâne konuştuğu için, şu bahsimiz de bir parça şâirâne düşüyor. Fakat hayâl değil, hakîkattir. Sayfa 145 nebâtâtın güzel yüzlerine karşı, mübârek başları üstünde beyân etmektir. Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâl-i ve’l-Cemâl-i ve’l-İkrâm’ın bârigâh-ı merhametine en latîf bir tesbîhi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdîm etmektir. İşte şu beş gayeler gibi başka ma‘nâlar da vardır. Şu ma‘nâlar ve şu gayeler bülbülün Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın hesabına ettiği amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu ma‘nâları onun hazîn sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve rûhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nagamâtının ma‘nâsını tamamen bilmese de, fehmimize zarar vermez. Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar, meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsîlatıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal saat gibi sana evkātını bildirir, kendisi bilmiyor, ne yapıyor? Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez. Ama o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve derdlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nagamât-ı hazînesi, hayvânî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır. Bülbüle nahli, fahli, ankebût ve nemli, yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyâs et. Her birinin amelleri, bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maâş-ı cüz’î hükmünde birer zevk-i mahsûs, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san‘at-ı Rabbâniyedeki mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki, bir sefîne-i sultâniyede bir nefer dümencilik edip, bir cüz’î maaş alır. Öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvanâtın birer cüz’î maaşları vardır. Bülbül bahsine bir tetimme: Sakın zannetme ki, bu i‘lân ve dellâllık ve tesbîhâtın nagamâtıyla tegannî, bülbüle mahsûstur. Belki ekser envâın her bir nev‘inin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nev‘in en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbîh ile, en latîf sec‘alarla temsîl edecek birer latîf ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbîhâtlarını güzel sec‘alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar. Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasîdehân enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcûdâtın sükûtunda, onların tatlı sözlü nutukhânlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dâiresinde birer kutubdur ki, her birisi onu dinler. Kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi‘ zikir ve tesbîh ederler. Sayfa 146 Diğer bir kısmı nehârîdir. Gündüzde, ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek âvâzlarıyla, latîf nagamât ile, seci‘li tesbîhât ile Rahmânü’r-Rahîm’in ...

Show more...
4 months ago
51 minutes 14 seconds

Sözler Mecmuası
(73) 24. Söz/20, Sh 142 | 4.Dal/1 | Dört nevi' mahlukatın şu kâinât sarayında istihdâmındaki hikmet

Dördüncü Dal: اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ ٭ صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ ٭ (Hâşiye) Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız bir tek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki: Kur’ân-ı Hakîm tasrîh ediyor ki, Arş’tan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar her şey, Cenâb-ı Hakk’a secde ve ibâdet ve hamd ve tesbîh eder. Fakat ibâdetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kābiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibâdetlerinin tenevvüünün bir nev‘ini, bir temsîl ile beyân ederiz. Meselâ, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰي azîm bir Mâlikü’l-Mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zât dört nevi‘ ameleyi onun binasında istihdâm ve isti‘mâl eder. Birinci nevi‘ onun memlûk ve köleleridir. Bu nev‘in, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyâde eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisâblarını büyük bir şeref bilerek, onunla iktifâ ediyorlar. Hem o seyyidin nâmıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarında ma‘nevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar. İkinci kısım ki, bazı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar, ne için işliyorlar. Belki o Mâlik-i Zîşân onları isti‘mâl ediyor. Kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gayeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hatta bazıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine âit o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur. Üçüncü kısım, o Mâlikü’l-Mülk’ün bir kısım hayvanâtı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdâm ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da isti‘dâdlarına muvâfık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü bilkuvve bir kābiliyet ve bir isti‘dâd, fiil ve amel sûretine girse, inbisât ile teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün fa‘âliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i ma‘neviyedir. Onunla iktifâ ederler. Hâşiye: Dikkat, bu âyet secde âyetidir. Sayfa 143 Dördüncü kısım, öyle amelelerdir ki, biliyorlar, ne işliyorlar ve ne için işliyorlar? Ve kimin için işliyorlar? Ve sâir ameleler ne için işliyorlar? Ve o Mâlikü’l-Mülk’ün maksadı nedir, ne için işlettiriyor? İşte bu nevi‘ amelelerin sâir amelelere bir riyâset ve nezâretleri var. Onların derecât ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var. Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâl’i ve dünya ve âhiretin Bânî-i Zülcemâl’i olan Rabbü’l-Âlemîn, değil ihtiyaç için, çünkü her şeyin Hâlik’ı odur, belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin şuûnâtı gibi bazı hikmetler için, şu kâinât sarayında, şu dâire-i esbâb içinde hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemâdât ve nebâtâtı, hem insanları istihdâm ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Şu dört nev‘î, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir. Birinci kısım temsîlde memlûklere misâl melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkıyât yoktur, belki her birinin sâbit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsûsaları var. Nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfâtı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıda ile tegaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbîh ve hamd ve ibâdet ve ma‘rifet ve muhabbetin envârıyla tegaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nûrdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nûr kâfîdir.

Show more...
4 months ago
59 minutes 58 seconds

Sözler Mecmuası
Bediüzzaman Said Nursî’nin eseri olan Risale-i Nur Külliyatı'nı anlamak, hayatımıza katmak ve derinlemesine kavramak için yola çıktık. Her bölümde Av. Ali Kurt ile Risale-i Nur'daki önemli konulara odaklanarak iman, ahlak ve irfan yolculuğunda rehber olacak dersler sunuyoruz. İlgili her yaştan dinleyiciyi, hayatlarına anlam katacak bu düşünceleri keşfetmeye davet ediyoruz. Lem'alar Mecmuası için: Apple Podcast: https://podcasts.apple.com/us/podcast/lemalar-mecmuası/id1777199594 Spotify: https://open.spotify.com/show/0q1S0du5ofaVy71I2lkG1R Bilgi ve yorumlarınız için: alikurthizmet@gmail.com