Dokuzuncu Medâr: Sâdık, masdûk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbârıdır. Evet, o Zât’ın (asm) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve onun kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyânın (as) icmâını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutmuş bütün kuvveti ile bütün da‘vâları tevhîd-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Söz’ün On İkinci Hakîkati şu hakîkati pek zâhir bir sûrette göstermiştir. Onuncu Medâr: On üç asırda yedi vecihle i‘câzını muhâfaza eden ve Yirmi Beşinci Söz’de isbat edildiği üzere, kırk aded envâ‘-ı i‘câzıyla mu‘cize olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın ihbârât-ı kat‘iyesidir. Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbârı haşr-i cismânînin keşşâfıdır. Ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinâtın miftâhıdır. Hem o Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz‘ eylediği berâhîn-i akliye-i kat‘iye binlerdir. Ezcümle; bir kıyâs-ı temsîliyeyi tazammun eden وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve bir delîl-i adâlete işaret eden وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ gibi pek çok âyât ile, haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri beşerin dikkatine vaz‘ etmiştir. Kur’ân’ın sâir âyetler ile îzâh ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyâs-ı temsîlînin hulâsasını Nokta Risâlesi’nde şöyle beyân etmişiz ki, vücûd-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe, acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azmve lahme, azmve lahmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı, gayet dakîk düstûrlara tâbi‘dir. O tavırların her birisinin öyle kavânîn-i mahsûsave öyle nizâmât-ı muayyeneve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki, cam gibi, altında bir kasıd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda
insanlar, gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar, gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsâvî kılar. Eğer şu müsâvât nihâyetsiz ise, bir nihâyeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinâtın şehâdetiyle sâbit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecma‘-ı âharı iktizâ ederler ki, birinci cezâsını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ şu intizâmsız, perişan beşer, isti‘dâdına münâsib tecziye ve mükâfât görüp, adâlet-i mahzaya medâr ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcûdât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet, şu dâr-ı dünyâ, beşerin ruhunda mündemic olan hadsiz isti‘dâdların sünbüllenmesine müsâid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür. Öyle ise ebede nâmzeddir. Mâhiyeti âliyedir. Öyle ise cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcûdâta benzemez. İntizâmı da mühimdir. İntizâmsız olamaz. Mühmelkalamaz. Abes edilmez. Fenâ-yı mutlakile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Ona cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âgūş-u nâzdârânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakîkati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz. İşte misâl için, şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhîn-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyâs ile tetebbu‘ et. İşte, menâbi‘-i aşereve on medâr bir hads-i kat‘îyi, bir burhân-ı kātıı intâc ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhân haşir ve kıyâmete dâî ve muktezînin vücûduna kat‘iyen delâlet ettikleri gibi; Sâni‘-i Zülcelâl’in dahi Onuncu Söz’de kat‘iyen isbat edildiği üzere; Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esmâ-yı hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücûdunu iktizâ ederler. Ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat‘î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyâmete muktezî o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şekk ve şübheye medâr olamaz.