İlk insan topluluklarında anlam arayışı, temelde varoluşsal sorulara, çevresel olaylara ve insanlığın kökenine dair meraklara yanıt bulma çabasıyla ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, insanlar çeşitli mitolojik, dini ve sembolik ifadelerle anlam katmanları oluşturmuşlardır. Ancak, bu süreç bilimsel bir doğruluktan ziyade, çevresel faktörlerle mücadele etme ve hayatta kalma stratejilerini içerdiği için tamamen güdüseldi.
Doğanın ve çevresel olayların anlamını kavramak için mitolojik hikayeler geliştiren ilk insanlar doğa olaylarını bile gizemli ve kutsal olarak algılamıştır. Güneşin doğup batması, mevsimlerin değişimi gibi doğa olaylarına anlam yükleyerek, insanlar evrenle olan ilişkilerini anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bununla da tatmin olmayanlar anlam arayışlarını ritüeller ve semboller aracılığıyla da ifade etmişlerdir. Danslar, şarkılar, ayinler ve dini törenler, topluluk üyelerini bir araya getirip, ortak bir anlamı paylaşma amacını taşımıştır. Bu ritüeller, insanların çevreleriyle etkileşim kurarak ve birbirleriyle bağlantı kurarak anlam bulma süreçlerini desteklemiştir.
Şimdi bu anlam arayışında ölümün yerine değinelim...
Ölüm ilk insanlar içinde bilinmezlikti. Bu bilinmezlik karanlığı ifade ettiği için insanlar korkularıyla baş etmek zorunda kaldılar. Bu da beraberinde öteki dünya inancını ortaya çıkardı. Ölümden sonra yaşam olduğuna inanmak pek çok kültürde varoluşsal soruların yanıtlanmasına yardımcı olmuştur. Mezar ritüelleri ve ölümden sonraki yaşam inançları, topluluklar arasında ortak bir anlam ve bağ kurmada önemli rol oynamıştır.
Tanrı kötülüğü neden yarattı? Ya da Tanrı neden kötülüğe izin veriyor? Bu soruların cevapları, kötülük yapmayı kendine kılavuz edinmiş, kötülüğe meyil etmiş veya buna karşı çıkan iyilikseverler tarafından hep merak edilmiştir. Zira insanlık tarihi boyunca Tanrı'nın kötülüğe neden izin verdiği ya da kötülüğü neden yarattığı sorusu, felsefi ve teolojik tartışmaların odak noktası olmuştur. Bu soruların cevapları, insanların özgür iradesine ya da bir evrensel denge kurma amacına bağlı olarak değişebilir. Kötülüğün varlığı, insanların seçimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir. Ancak Tanrı'nın bu sürece müdahale etmeyişi, özgür iradeye saygı anlamını da ifade eder. Ayrıca kötülüğün varlığı, insanların olgunlaşması ve içsel bir gelişim sürecinden geçmeleri için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. Bu karmaşık konu, farklı inanç sistemlerinde farklı şekillerde ele alınır ve her bir bakış açısı, insanın doğası, kaderi ve evrenin işleyişi hakkında derin düşündürücü soruları da beraberinde getirir. Bazı inançlara göre dünya iyiler için zorluklarla dolu bir sınav alanıdır. Kötüler ise bu dünyada cennetlerini yaşarlar. Hayat, insanların karakterlerini şekillendirmek ve onları denemelerle sınamak üzere tasarlanmıştır. Bu bağlamda yaşadığımız her zorluk, bir öğrenme süreci olarak kabul edilir ve kötülük, bu sınavın doğal bir parçası olarak görülür.
Felsefe meraklılarının yakından tanıdığı 1984 kitabı, 1949'da yayımlandığında büyük yankı uyandırmış bir distopya eseridir. Modern dünyaya eleştirel bir bakış sunan bu kitap, günümüzde hala etkisini sürdürmekte olup birçok iktidar eleştirisine de ilham kaynağı olmuştur. Distopya klasikleri arasında öne çıkan 1984, 70 yıl öncesine ait olmasına rağmen dünya genelinde ve ülkemizde hâlâ popülerliğini koruyarak sıkça okunmuştur. Satış listelerinde üst sıralarda yer alan ve yoğun tartışmalara konu olan bir eserdir.
George Orwell'in bahsettiğimiz eserine değinmeden önce hayatına dair kısa bir özetlemeyle başlayalım. George Orwell’in 1903 yılında Hindistan'da dünyaya gelmiş olup aristokrat bir çevrede büyüdüğünü belirtmek gerekir. Hindistan'da görevli bir İngiliz olan babası nedeniyle bu ortamda yaşamıştır. Eton Koleji'ni tamamladıktan sonra Birmanya'ya giderek polis teşkilatında çalışmış, ancak burada tanık olduğu haksızlıklar karşısında istifa etmiştir. Yazarlık kariyerine başlamadan önce çeşitli meslekleri deneyimlemiştir. Orwell'ın yaşamı, yazılarına yön veren çeşitli deneyimlerle doludur. İspanya İç Savaşı'nda diktatör Franco'ya karşı savaşmış ve bu savaşta yaralanarak ölümden son anda kurtulmuştur. 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olmuştur. Eserlerindeki netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı duyarlılık ve totalitarizme karşı duruşu önemlidir. En bilinen iki eseri, 1945'te yazdığı "Hayvan Çiftliği" ve 1948'de kaleme aldığı "1984"tür. Orwell, 1950 yılında Londra'da hayatını kaybetmiştir. Yazar, bir mektubunda "Yeni kitabım, roman biçiminde bir ütopya." diyerek 1984 için özel bir tanımlama yapmıştır.
"Savaş barıştır."
"Özgürlük köleliktir."
"Cahillik güçtür.”
Neden Gülüyoruz, Gülmenin Evrimsel Süreci Nedir, O Palyoça Sen misin?
Lisence:
HAAWK for a 3rd Party (on behalf of Andy Warner Production Records); HAAWK Publishing
İnsanlar doğuştan kötü olabilir mi? Bu soru , felsefi ve psikolojik açıdan yüzyıllardır tartışılan bir sorudur. İnsanlar doğuştan iyidir görüşü, insanların doğası gereği yardımsever, şefkatli ve empatik olduğunu savunur. Bu görüşe göre, insanlar çevresel faktörlerden etkilenerek kötülük yapabilirler, ancak bu, onların doğasında var olan bir şey değildir. İnsanlar doğuştan kötüdür görüşü ise, insanların doğası gereği bencil, saldırgan ve acımasız olduğunu savunur. Bu görüşe göre, insanlar çevresel faktörlerden etkilenerek iyilik yapabilirler, ancak bu, onların doğasında var olan bir şey değildir. İnsanlar doğuştan ne iyi ne kötüdür görüşü ise, insanların doğası gereği nötr olduğunu savunur. Bu görüşe göre, insanlar çevresel faktörlerden etkilenerek iyilik veya kötülük yapabilirler. Bu görüşlerin her birinin kendi güçlü ve zayıf yönleri vardır. İnsanlar doğuştan iyidir görüşü, insanların potansiyelini vurgular, ancak çevresel faktörlerin etkisini göz ardı eder. İnsanlar doğuştan kötüdür görüşü, insanların gerçek doğasını vurgular, ancak çevresel faktörlerin etkisini abartabilir. İnsanlar doğuştan ne iyi ne kötüdür görüşü, daha gerçekçi bir bakış açısı sunar, ancak karmaşıklığı da kabul eder. Kaynaklar ve dökümanlar https://www.scribd.com/doc/216728906/...https://books.google.com.tr/books?id=... İnsanlar doğuştan iyidir görüşü Rousseau, J.-J. (1992). The Social Contract and Discourses. Cambridge: Cambridge University Press. Kant, I. (1998). Groundwork for the Metaphysics of Morals. New York: Hackett Publishing Company. James, W. (1985). The Principles of Psychology. Cambridge, MA: Harvard University Press. İnsanlar doğuştan kötüdür görüşü Hobbes, T. (1991). Leviathan. Indianapolis: Hackett Publishing Company. Hume, D. (1978). A Treatise of Human Nature. Oxford: Oxford University Press. Nietzsche, F. (1966). Beyond Good and Evil. New York: Vintage Books. Freud, S. (1961). The Ego and the Id. New York: W.W. Norton & Company. Adler, A. (1956). The Individual Psychology of Alfred Adler. New York: Harper & Row. İnsanlar doğuştan ne iyi ne kötüdür görüşü Aristotle. (1984). Nicomachean Ethics. Indianapolis: Hackett Publishing Company. Plato. (1961). The Republic. New York: E.P. Dutton & Co. Locke, J. (1960). An Essay Concerning Human Understanding. New York: Dover Publications. Piaget, J. (1970). The Moral Judgment of the Child. New York: Free Press. Kohlberg, L. (1981). The Philosophy of Moral Development: Moral Stages and the Idea of Justice. San Francisco: Harper & Row. Gilligan, C. (1982). In a Different Voice: Psychological Theory and Women's Development. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Bizim Olmayan Sorunlar İçin Neden Endişeleniyoruz?
Vincent Willem van Gogh, çaresiz sanatçının örneği olarak bilinir ve The Starry Night ve Van Gogh'un çiçek tabloları gibi başyapıtlarında psikolojik ve metafizik durumunu ifade etmeye çalıştı. Vincent van Gogh'un yoğun katmanlı, hissedilir fırça darbeleriyle oluşturulmuş canlı bir renk paleti ile ürettiği resimleri, yaratıcının tuval üzerinde ölümsüzleştirilen ayırt edici karakterini yansıtır. Her Vincent van Gogh eseri, ustasının duyuları, düşünceleri ve duyguları aracılığıyla tecrübe ettiği her senaryonun nasıl yorumlandığının belirgin bir izlenimini ortaya koyar. Van Gogh'un resim tarzı radikal bir şekilde benzersiz ve duygusal olarak çarpıcıydı ve 20. yüzyıl boyunca ressamlar ve akımlar üzerinde derin etkisi oldu ve günümüze kadar devam ederek, muhtemel gelecek için de önemini korudu. Vincent van Gogh'un eserleri, insanlığın içsel ruhsallığını ifade etmeyi amaçlamıştır ve yaklaşım ve madde sentezinde zirveye ulaşarak, dinamik, ifade dolu ve duygusal kompozisyonlar ortaya koymuştur, bu da konunun görünüşünden çok daha fazlasını ifade eder. Bu bölümde, Vincent Willem van Gogh'un hayatına ve "Vincent van Gogh ne zaman doğdu?" ve "Vincent van Gogh ne zaman yaşadı?" gibi sorulara cevap vereceğiz. Ayrıca, erken formasyon yıllarını ve olgun dönemini de keşfedeceğiz. Bu, Vincent van Gogh'un resimlerine etki eden deneyimler hakkında bazı içgörüler sağlayacaktır.
"Öz-gelişme" genellikle dışsal malların birikimine işaret eder: daha iyi bir ev, daha iyi bir iş, daha iyi bir vücut, daha fazla para. Ama neden kendimizi sonsuz bir şekilde geliştirmek istiyoruz? Neden hayatın akışına mutlu olup o şekilde devam edemiyoruz? Veya Tyler'ın dediği gibi: Ben "asla tamamlanmış olma" derim, ben "mükemmel olmayı bırak" derim, ben "evrimleşelim, ne olursa olsun izin verelim" derim. Materyal zenginlik ve sosyal statü aracılığıyla bir kimlik oluşturuyoruz. Tyler'a göre, istediğimiz her şeyi yapmak için önce bu yanlış benlik hissinin yok edilmesi gerekiyor. Bu nedenle, Proje Mayhem'in "uzay maymunları" adı verilen üyeleri şöyle bir mantra ile yaşıyorlar: Sen işin değilsin, bankadaki paran kadar da değilsin. Sürdüğün arabayla da değilsin. Cüzdanındaki içerik de değilsin. Sen o lanet olası kahverengi pantolonların da değilsin. Sen dünyanın tüm şarkılarını söyleyen, tüm dansları yapan birisin.
Reddedilmenin Verdiği Acı Yoksulluk içinde yaşayan büyük kinik filozof Diyojen, herkese açık yerlerde uyur ve yiyecek dilenirdi. Bir gün, bir heykelin önünde dilenirken Biri yaklaştı ve ona bunu neden yaptığını sordu, Diyojen şu şekilde cevap verdi: “Reddedilmeye alışmak için pratik yapıyorum.” Bir dilenci için, yiyecek istemek reddedilmenin bir parçasıdır. Ve bu deneyim acı verici olsa da, yüzleşmezse aç kalır. Ama kendini buna karşı kayıtsız hale getirmeyi başarırsa, insanlardan yiyecek istemekte sorun yaşamaz ve elbet sonunda istediğini alır Benzer şekilde, birçok insan reddedilmekten korkar çünkü bunu acı verici olarak tanımlarlar. Sonuç olarak, reddedilebilecekleri durumlardan kaçınırlar. Örnek verecek olursak birçok aşk reddedilme korkusundan başlamadan biter. Ve bazen birilerine bir çay içmeyi bile teklif etmezler çünkü teklifleri geri çevirebilir. Ama reddedilmekten korktuğumuzda, aslında neyden korkuyoruz? Başkalarının bizi onaylamaması mı? Ve eğer öyleyse, neden bunu bu kadar önemsiyoruz? Yoksa yetersiz olduğumuz fikrinden mi korkuyoruz?