Bu bölümde filmin bel kemiği görüntü yönetmenliği ve ismini çokça duyduğumuz görüntü yönetmenlerini konuşuyoruz.
Konuk: Ege Göksu
Hazırlayan Sunan: Orkan Varan
Araştırma: Ege Göksu
Hazırlayan Sunan: Orkan Varan
Yazan: Ege Göksu
Hazırlayan Sunan: Orkan Varan
Hazırlayan & Sunan: Orkan Varan
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
bugün doly zoom üzerine konuşacağız. bir anlatı aracı olarak zoom ve sadece bu tekniğin imkanlarıyla orataya çıkan dolly in zoom out’u anlatacağım. ünlü filmlerde bu sahneleri çokça gördük. şimdi o sahnelerin anatomisini biraz olsun anlamaya çalışınca, size garanti veriyorum. artık o filmi başka bir gözle izleyecek, izlerken keyif alacaksınız. haydi başlayalım
sinema ve tren bölümünde biraz anlatmıştım. sinemanın ilk zamanlarında filmler daha çok studyolarda çekiliyordu. bugün bile stüdyoda film çekmek çokça tercih ediliyor. çünkü stüdyo çok daha kontrollü bir alan. ben bile şu karavanın içinden çıkıp dışarıda çekim yapmak istemiyorum. çünkü ışık değişecek, ses gelecek, rüzgar esecek, videoyu her kestiğimde araya giren seslerle ve devamlılık sorunları ile uğraşacağım. bu ve bunun gibi sebeplerden stüdyo mantıklı bir tercih. mesela profesyonel kameralar hala çok ağır. ışıklar eskiden aşırı ağır ve hantaldı.
ama 1950ler itibariyle kamera ve diğer ekipmanlar hafifliyordu. kamera hayatın içine karışıyor, sokağa çıkıyordu. yönetmenler doğal ışığı stüdyonun yapay ışığına tercih ediyorlardı. kameranın hareketlenmesi, topyekün bir hareketlenmeydi. yani tripoddan omza, omuzdan arabaya, vincin üzerine, hatta helikopterin içine. günümüzde bu iş herkesin ulaşabildiği drone’lara kadar geldi. kameranın kıpırdanması zoom’un yani yakınlaşığ uzaklaşabilmenin de işin içine girmesi demekti. sinema kameraları için 1930lardan itibaren zoom lensler üretilmeye başlandı. artık anlatının gidişatına göre karaktere yakınlaşıp uzaklaşıyorduk. bu içerikten sonra artık bir film izlerken kameranın zoom in veya zoom out yaptığını hissettiğinizde bunun bi sebebi olduğunu düşünmenizi rica ediyorum. özellikle dramatik niteliği yoğun olan filmlerden bahsediyorum. john wickteki zoom aksiyon için kullanılır, sizi 1 saniye boş bırakmamak için. ama mesela berkun oyanın bir başkadırında kalabalıklar içinde sıradan birilerine zoom yapılır. ama o kişi aslında dizinin başrolüdür. yani aramızda gezen insanların hayatına yakınlaşmanın bizi nerelere götürebileceğini gösterir. bazen zoom tarantinonun sergio leoneden kopyaladığı bambaşka birşeye dönüştürdüğü şey olabilir. leonenin şu aşırı zoom sahnelerini hatırlar mısınız? tarantino da onun bir benzerini karakter ile bağ kurmak için kullanıyordu. tabi yönetmenlerin niyeti başka olabilir, ben tahminde bulunuyorum. yorumlamaya çalışıyorum.
temelde zoom hareketi bir yakınlık veya uzaklık ilişkisi kurduğu için sinemanın-filmlerin en büyük ihtiyaçlarından biri de genelde karakterle yakınlık kurmak olduğu için zoom hayatımızdan çıkmayacak gibi görünüyor. peki sinemanın dahileri nasıl dahi olurlar? zoom üzerinden şunu bi irdeleyelim. yakınlaşmak veya uzaklaşmak anlama büyük katkı sağlayabilir. bunu doğru kullanmak filminizi zenginleştiriri.
ama alfred hitchkok ismini duymuşsunuzdur. sinemanın dahilerinden biri bu adam. hitchcock bir gün sarhoş oldu ve nesnelerin yakınlaşıp uzaklaşmasından etkilendi. bunu sinemaya taşıyacaktı. arkadaşlar adam bambaşka birşey yaptı. hem de 1940larda bunu denedi. 50lerde başardı ve filmine koydu. doly zoom, vertigo efekt, zoly shot ve sonralar jaws efekt olarak anılan bu kamera hareketi çağının ötesindeydi.
kamera konuya veya kişiye yaklaşırken lens ters yönde kullanılıyordu. doly in zoom out yada tam tersi dedik ya. doly bir ray sistemi arkadaşlar. yani kamerayı bir ray üzerinde kaydırabildiğiniz oldukça pürüzsüz bir hareket. doly in yani doly ileri giderken zoom out yapılıyordu. yani uzaklaşıyorduk. biz yakınlaşırken kameranın zoom ayarı uzaklaşmaya çalışıyor. umarım düzgün anlatabildim. pratik yapmadan bunu anlamak biraz zor olabilir. konu ile ilgili videoları aşağı linklere, üst tarafa filan bırakacağım. yanlışım varsa düzeltin lütfen. iyi niyetle yazılan yorumları da sabitleyeceğim.
Hazırlayan & Sunan: Orkan Varan
.
.
.
.
.
.
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Lord Voldemort, hem fiziksel hem de duygusal açıdan karmaşık bir karakterdi ve Fiennes, bu karmaşıklığı kendi liginde ustalıkla işledi. ama bence daha fazla senaryo desteğine ihtiyaç vardı. neyse dediğim gibi bu konu uzun, bir video ister.
devam
2010lardan devam edelim. büyük budapeşte oteliyle güzel bi momentum yakaladı. 2 tane james bond filminde oynadı. coenlerin hail ceasar’ında oynadı. 2018de white crowu hem yönetti hem oynadı. o film de sovyetlerden batıya kaçan tarihin en iyi baletlerinden birini anlatıyor. işte sovyet baskısı filan klasik batının sevdiği konular. bir de alın bu bilgiyle naparsanız yapın. coriolanus ve white crow’u sırbistanda çekmiş. sırbistan da buna onursal vatandaşlık vermiş. yani hem sırp hem ingiliz vatandaşı. brexite karşı gelmiş, brexit olmuş ama kendini kurtarmış. sırp pasaportuyla schengen bölgesinde 90 günden uzun kalabilir. hadi yine iyisin diyoruz.
sonuç olarak ralph fiennes voldemorttan fazlasıydı arkadaşlar. birçok oyuncu için böyle konuşuyorum ama. fiennes için gerçekten öyle. aynı şu videoda anlattığım dumbledore gibi. fiennes de bir tiyatro efsanesi. harry potter da bir ingiliz projesi olduğu için, büyük roller ingiliz tiyatro efsanelerine oynatıldı. çünkü dediğim gibi ingilterede tiyatro çok güçlü bir şey. rada, shakespeare’s globe, royal shakespeare company gibi köklü kurumlara sahipler. sırf shakespeare değil birçok farklı anlayışa sahip toplulukları var. romadan sonra tiyatroyu kurumsal anlamda devam ettiren yegane toplum ingilizlerdir. operada italyanlar neyse, tiyatroda ingilizler odur. modern müzikte de ingilizler öncüdür. 70ler 80ler efsane gruplara bakın hepsi ingiliz. büyük laflar ediyorum yine hayırlısı.
tiyatroda bir numaralar dedik ya. ralph fiennes’tan örnek verelim. coriolanus ilk yönetmenlik deneyimi. coriolanus bir shakespera metni. oyuncumuz kariyerindeki 2 büyük olguyu, tiyatro ile sinemayı birleştirebilmiş. hem oynamış hem yönetmiş. çünkü yapımcı ona güvenmiş. coriolanusun filmi dicaprionun oynadığı romeo juliet gibi birşey olsun istemiş. metin sabit görsellik dekor modern.
sinema ile tiyatroyu paralel devam ettirdi. İngiliz tiyatrosuna ve kültürüne yaptığı katkılar akarşılıksız kalamazdı. ingilizlerin walk of fameinde el izi var. diğer tarafta 2006'da Büyük Britanya İmparatorluk Nişanı (CBE) ile ödüllendirilmesi, sanat ve kültür alanındaki hizmetlerinin takdir edildiğini gösterdi. sir ünvanı da alır. demedi demeyin.
the reader sunshine gibi politik yapımlarda da oynadı. tabi kendi ülkesinin bıçak sırtı konularına pek girmeden. şunu da anlatsaydın dediğiniz filmi varsa yorumlara beklerim. belki birgün bölümünü bile yaparız.
fiennes tam bir ingiliz destanı arkadaşlar. james bond filminde oynamış ama aslında bir dönem james bond olması bile konuşulmuş. o kadar ingiliz. james bond olmamış, zaten votka martiniyi stirred severmiş. öte yandan alçak gönüllü bir profil çiziyor. james bond için iyi ki daniel craig oynadı ben onun kadar iyi yapamazdım filan diyor. val kilmer’ın batman olduğu 1995 batmande de düşünülmüş. zaten batman’e düşünülen james bond’a da düşünülüyor. bkz. robert pattinson bir yandan sahne dışında soğuk ve mesafeli olduğu söyleniyor.
Hazırlayan & Sunan: Orkan Varan
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
bu içeriği sinema ve ikinci dünya savaşında anlattıklarımın devamı gibi düşünebiliriz. o bölümde şunu demiştim: dünyanın böyle bir çılgınlığı tekrar yaşamak gibi bir niyeti yoktu. o sebeple ikinci dünya savaşı sonrası soğuk savaş yılları başladı. bunun da bir videosunu yapmak isterim. tabi siz de isteriz derseniz. hadi yorumlara buyrun da biraz trafik alalım. soğuk savaş kabaca şu demekti. dünyanın o yıllardaki 2 süper gücü amerika ve sovyetler birliği savaşamıyordu. birbirlerinden nefret ediyorlardı. onların düşmanlığı yüzünden dünya ekonomik ve sosyolojik açıdan büyük acılar çekti. bunlar bi türlü sıcak savaşa giremediler. çünkü gözleri yemiyordu. yine oppenheimerdan örnek vereyim: filmde sürekli sovyetler atom bombası yaparsa naparız ayyyy gibi bir argümanları var ya. işte oradan düşünebiliriz. yani rakibi güçlenmesin diye üçüncü bir ülkeye atom bombası attılar. sovyetler dağılana kadar bu süreç devam etti hala da aslında devam ediyor. dünyayı koca bir doğu ve batı bloğu gören vizyonsuzlar yaptırımla bilmemneyle hayatımızın içine ediyorlar.
amerika yine aynı içgüdüyle vietnama müdahale edecekti. ikinci dünya savaşı sonrası karışan bir vietnam vardı. ilk başta savaşa dahil olmayan amerika vietnamlı komünistlerin kazanması gündeme gelince bi saniye deyip savaşa dahil oldu. çünkü domino etkisi diye birşeye inanıyorlardı. vietnam da sovyetlerin müttefiki olursa sıkıntı çıkardı. komünistler üstüste kazanırsa domino etkisiyle dünyanın dört bir yanında güçlenirlerdi. bundan korktular ve vietnam’ı işgal ettiler.
ve sadede geleyim amerika vietnamda yenildi. yeri geldikçe bunu anlatıyorum. sinemada bunu pek göremezsiniz. ama amerika yenildi arkadaşlar. vietnam sonrası dünyada anti amerikancılık yükseldi. ikinci dünya savaşı bölümünde de söylemiştim. artık dünya saçma sapan savaşlarla sarsılmak istemiyordu. ikinci dünya savaşının vahşetinden bahsetmiştim. vietnam artık zıurnanın zırt dediği noktaydı. vietnam ekstra insanlık dışı bir savaş olduğu için de amerikan halkı üzerindeki travması yıllarca sürdü. peki sinemada bu travmayı nasıl gördük? gelin birkaç örnekle anlatalım. sizin örneklerinizi de yorumlara bekliyorum. ilk aklıma gelen rambo. kendisi vietnam’a gidip ülkesi için savaşan, ama sonunda ülkesinde de dışlanan bir askerdi. rambo ilk kan yani ilk film bu açıdan eşsizdi. sonraki filmlerde amerikanın kiminle sorunu varsa rambo oraya gidip terminatörlük yapıyordu. ama ilk kan roman uyarlaması olduğu için bir isyan filmiydi. zaten daha rambo tek başına öne çıkarılmamıştı. ilk filmin adı rambo değil. ilk kan. halk arasında rambo 1, rambo ilk kan diye anılsa da öyle değil. bir başka vietnam travması filmi. coppolanın apocalypse now’ı. yine ruhsal şöküntülerle dolu bir filmdi. marlon brando kabilelere katılmış kafayı bozmuş bir askerdi. onu alt etmesi için gönderilen asker de yolda değişime uğruyordu. o da müthiş bir film. hatta belgeseli var. coppolanın eşi çekmişti onu yanlış hatırlamıyorsam. bulun izleyin derim. bir diğer vietnam filmi deer hunter. onda da kafalar gidik. ölümüne oyunlar mı dersin, akli dengesini yitirmiş askerler mi dersin. bir ihtimal var o da ölmek mi dersin. full metal jacket bir kubrick filmi. ve yine vietnamda yaşananları askerlerin gözünden anlatıyor. ve ne kadar yıpratıcı, yokedici sonuçlar olduğunu gösteren bir film. oliver stone müfreze yani platoon’u yaptı. o filmin dahil olduğu bir vietnam üçlemesi yaptı. müfreze başta olmak üzere bu üçleme de yine tarihte kendine güzel bi yer buldu. ben bu filmi pek iyi hatırlamıyorum.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
2. dünya savaşı yarım asırdan fazladır gündemden düşmedi. özellikle holywood sinemasında, ikinci dünya savaşı ile ilgili veya o dönemde geçen yüzlerce film yapıldı. bu filmler çok izlendi, kamyon dolusu ödül aldı. bu içeriğin sonunda bu filmlerin bir kısmından bahsedeceğim. ama önce özetle ikinci dünya savaşını bi hatırlayalım.
1900lerin başında imparatorluklar yerini ulus devletlere bırakıyordu. bir yandan sanayi ve teknoloji gelişiyordu. günlük yaşam her yönüyle değişime uğruyordu. ulus devletlerin fabrikaları, inşaatları, yeni vatandaş tanımları derken dünya genelinde topyekün bir değişim söz konusuydu. çok geçmeden yeni düzenin ekonomik ve politik sorunları baş göstermeye başladı. dünyanın birçok yerinde patlak veren işgal ve çatışmalar, ikinci dünya savaşına dönüştü. 6 yıl süren bu vahşet ve çılgınlığın sonunda resmi rakamlara göre 70-80 milyon insan ölmüştü.
ikinci dünya savaşı, yerinden edilen milyonlarca insan demekti. bugün hayal bile edemeyeceğimiz korkunç olaylara tanık olmak demekti. hayatın bir yansıması olmaya çalışan sinema da bu travmadan nasibini alacaktı. ikinci dünya savaşını gören dünya artık aynı kalamazdı. geçen 80 yıla rağmen bugün bile ikinci dünya savaşı filmi üretilmeye devam ediyor. daha da çekilecek.
sinema ve tren bölümünde sinemanın kitlesel etkisinden bahsetmiştim. ikinci dünya savaşı yıllarında televizyon olmadığı için. bir numaralı reklam ve propoganda aracı sinemaydı. onlarca yüzlerce propoganda filmi yapıldı. bazen yönetmenlere zorla film çektirildi. spielberg bölümümüzde de bunlardan bahsetmiştik.
burada ironik bir konudan bahsetmek istiyorum. o dönemin yönetmenleri savaş ekonomisinin de desteğiyle yeni teknikler denediler. sinema için bütçe demek herşey demek. yada biçok şey demek. önemli sonuç olarak. müzikte, edebiyatta, heykelde sanatın her alanında bugüne kadar etkisi süren bir dönem yaşandı. bazılarına göre ikinci dünya savaşı olmasaydı sinema bugün bu noktaya gelemezdi.
tarihin en büyük utançlarından biri olan, oppenheimer filminde de bahsedilen atom bombası japonya için büyük bir şok olmuştu. bu arada atom bombası ile ilgili bir film yapılacaksa, japonya perspektifinden yapılmalıdır. oppenheimerın hezeyanları umrumda değil. nolan filmlerini genel anlamda severim ama, şu batının 2 yüzlülüğü ayrı bir sorun. vay efendim oppenheimer sonradan pişman mı olmuş. prometheus mu olmuş falan filan. neyse atom bombası ile bir faciaya tanık olan japon imparatoru yenilgiyi kabul ederken bir konuşma yaptı. halkına çağın teknolojisini ayak uydurma çağrısı yapıyordu. ve günümüzün teknoloji devi japonyanın temellerini atıyordu. ilerleyen yıllarda halk laboratuarlara kapanacak, japonya küllerinden doğacaktı.
savaşı görenler bir daha böyle bir şuursuzluk yaşanmasın istiyordu. avrupa birliği filan hep savaş sonrasında kuruldu. savaştan sonra gelen tüm akımlar barışı yüceltiyordu. bir daha böyle bir saçmalık yaşanmamalıydı.
varoluşunu sorgulayan, yaşamla dünyayla barışamayan, herşeyi anlamsız gören modern insan ikinci dünya savaşının bir sonucuydu. çünkü inandığı tüm insanı değerler, bombalar altında yerle bir olmuştu.
ikinci dünya savaşı denince ilk akla gelen filmlerden pianist, hepiniz izlemişsinizdir. yönetmen polanskinin başka oscarı yok. ki polanskinin efsane filmleri var.
ingiliz hasta 9 oscar almış yine yönetmenin başka oscarı yok. juliet binoche ki muhteşem bi oyuncu, bu filmdeki performansıyla oscar almış. bir daha da oscar alamamış.
er ryanı kurtarmak spielberg yönetmen. spielberg başka oscar almış. tebrik ediyoruz. ama başka bi ikinci dünya savaşı filmi yapmış. onunla almış. schindlerin listesi.
downfall’ı hatırlarmısınız bilmem. hitlerin son saatlerini izlediğimiz. bruno ganzın hafızalarda yer eden performansı. o da en iyi yabancı film dalında oscar adayı olmuş.
das boot bu film almanların gözünden savaşı anlatması sebebiyle nadir bulunan filmlerden. 6 adaylık almış.
Hazırlayan - Sunan: Orkan Varan
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
ilk akademi ödülleri 1929da verilmiş. sadece 270 kişi katılmış. sadece 15 dakika sürmüş. bugün will smith’in tokatı bile daha uzun sürüyor. o da rezil bi konu. oraya da gelicem. akademi ödülleri günümüzde yüzlerce dakika sürüyor. binlerce kişi katılıyor. ne oldu da bu iş bu kadar büyüdü değil mi? yani bir akademinin düzenlediği ödül töreni nasıl olur da dünyanın en çok izlenen seremonilerinden biri haline gelir? akademi, ödül töreni yaparak, oscar vererek sinema sektörüne yön verebildiğini keşfetmiş arkadaşlar. yüzlerce filmin arasından 1 tanesini en iyi olarak seçmek, tabi ki o filmlerin emekçilerini onore eder. peki diğerleri? dünya sineması sadece holywooddan mı ibaret? değil ama aslında evet bu arada. dünyanın en büyük uluslararası sinema endüstrisi holywood arkadaşlar. güney kore hindistan gibi örneklerin dışında dünyanın her yerinde holywood filmleri izleniyor. totalde yerel filmlerden daha çok izleniyor. sırf sinema da değil. dijital platform, televizyon, dvd bluray neyse. biz holywood filmlerini izledikçe, yapımcılar kazanmaya devam ediyor. bu yıl, sadece avatarın devam filmi 2 milyar doların üstünde gişe yaptı. bakın sadece 1 film. türkiyede de 1 numara. 184 milyon lira gişeden bahsediyoruz ki, pandemiden sonra sinemalar anca toparlanıyor. onun gibi yüzlerce film sinemada youtubeda dijital platformda heryerde.
sistem basitçe şöyle. dünyanın en büyük sinema endüstrisi holywood yüzlerce milyon dolar harcayıp filmi yapıyor. genelde ingiliz veya amerikalı veya musevi yapımcılar bu işe para basıyor. yada bu üçünün varyasyonları. sonra dünyanın her yerine bu filmler gönderiliyor. sinema zincirleri ve dağıtımcıların hepsi yine holywood menşeili. bu filmler buraya geliyor. yüzlerce milyonu kazanıp gidiyorlar. bu arada bu filmlere ödül veren de bir kurum var. akademi. yüzde 80inin ortak bir özelliği var. beyaz, erkek, ve sinema sektöründen kişiler. yönetmen oyuncu filan değiller. kurgucu, sanat yönetmeni, sesçi, senarist aklınıza ne gelirse. holywood sektörünü de buraya kadar anlattığım kişiler oluşturuyor. zaten ödül heykelciğinin kendisi de film makarası üzerinde bir şovalye figürü. kesçınnnnn. akademinin oylama sistemi de 1935 yılından beri londra merkezli pwc isimli bir şirket tarafından yapılıyor.
akademi 7000 civarı benzer dünya görüşlerine sahip adamdan oluştuğu için de onların beğendiği filmler benzer oluyor. neredeyse 100 yıllık dünyanın en büyük sinema olayında ciddi ölçüde beyaz amerikalıların dominasyonu var. bu mevzu 2000ler itibariyle eleştirilmeye başlandı. filmlerde başrollerden tutun da, sektörün büyük kısmını oluşturan bu kitle nihayet göze batıyordu. 2015te oscarssowhite, yani oscar ödülleri aşırı beyaz gibi çevirebileceğimiz bir şekilde eleştirildi. akademi bu eleştirilere başta sessiz kalsa da, slumdog milyoner, 12 yıllık esaret, moonlight, greenbook ve parazit gibi filmlere ödüller verildi. açın bi bakın 2000ler öncesi sistemi eleştiren, yada herhangi dezavantajlı grubun hikayesini anlatan filmin pek ödül almadığını görürsünüz. tabi istisnalar dışında. mesela deer hunter, vietnam’ı işgal eden amerikayı dibine kadar eleştirir ve oscar alır. neden? vietnam bir travmadır. sinemada bunu açık açık dile getirmezler ama amerika orada yenildi arkadaşlar. ve rambo vb. filmlerde de bunun izlerini görürürüz. toplumun her kesimi tarafından kabul edilen özeleştiriler holywoodda yer buldu ve ödüllendirildi. yani deer hunter apocalypse now gibi filmler çok beğenildi. bu noktada bizim gibi değiller. bizde özeleştirinin ö’sü yok maalesef. türkiyenin hassas konuları hala daha bırak ödül almayı, sinemada yer bulamaz. gösterimi engellenir filan.
benhur 11 oscar aldı. açın hikayesini okuyun derim. titanik, yüzüklerin efendisi bunlar da rekor oscar alan filmler. bu arada bunlar çok iyi filmler bence. ben sadece istatistikleri anlatıyorum. titanik dedik. avrupadan amerikaya göçen beyazlar üzerinden bir hikayedir.
Bu bölümde Rocky (1976) üzerine konuşuyoruz. Bir dövüş filminden fazlası olduğunu düşünüyoruz.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
rocky hikayesini anlamak için kısaca sylveter stallone hayatını da bilmek gerekiyor. çünkü rocky demek sylvester yani sly demek. okulda doğuştan gelen yüzündeki asimetri nedeniyle alay konusu oluyordu. böyle şeyler yaşayanlarınız varsa, ne kadar zor olduğunu bilirler. hor görülen, dalga geçilen sly, herkül filmini gördüğünde dünyası değişmişti. artık ergendi ve güçleniyordu. güçlü olmanın herşeyi çözebileceğini düşünüyordu. filmi izledikten ertesi gün, hurdalığa gitti ve araçların parçalarını kaldırmaya başladı. ve rocky’nin çocukluğu böylece yaşanmaya başlamıştı. hatırlarsanız rockyde de benzer antrenmanlar var.
kıran döken bir çocuktu. Eğitim hayatı oldukça zorlu geçmiş, onlarca kez okul değiştirmişti. 20li yaşlarına doğru ıslahevine düşünce bi ayıldı kendine geldi. çevresi bundan bi halt olmaz diyordu. sinemada başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan sly, bu işe derinlemesine daldı. gitti oyunculuk okumaya çalıştı. erotik filmlerde yer aldı. oyunculuktan kazanamayınca yazmaya başladı. kütüphaneye kapanıp çalışıyordu. elinde senaryo kapı kapı dolaşıyordu.. O dönemi için yıllar sonra şunu diyecekti: birini soymaya, hırsızlık yapmama ramak kalmıştı, sonumun yaklaştığını görüyordum.
godfather bölümünde de anlattım. godfatherda carlo rizzi rolünü kaçırdı. film sonra büyük başarı elde etti. godfather 1973. rocky efsanesi ise 1976 yapımı arkadaşlar.
rocky Hikayesinin ilham kaynağı ile ilgili kesin bir bilgi yok. Bazı kaynaklara göre, Stallone efsane boksör muhammed ali ve chuck wepner’in dövüşünü izlemiş, ve etkilenmişti. Bu dövüş de apollo ve rocky arasındaki dövüşe benziyordu. apollo muhammed aliye benziyor. esprili karakteri filan oradan gelme. ve güzel haber! rocky projesi beğenildi.
yapımcılar biz bu filmi çekeriz abi diyorlardı. ama sen oynayamazsın. ağzın kayık, hem de erotik filmlerde oynayan alt seviye bi oyuncusun diyorlardı. ve hayatının en zor dönemindeki adama okkalı bir teklif yaptılar. banka hesabında 106 dolar olan adama 350bin dolar verelim, sat projeyi bize yoluna bak demişlerdi. filmden de hatırlayacağınız köpeği batkısı satan stallon kararlıydı. bu filmi çekecekseniz rockyi ben oynayacağım diyordu.
Yine çokça karşılaştığımız var. söylenene göre senaryoyu 3.5 günde yazmıştı. çünkü hayatında ne varsa metne aktarmıştı. rocky 1 kurgudan uzak, biyografik bir senaryoydu. Efsane boksör rocky marciano’nun biyografisinden etkilendiği de yine söylentiler arasında. Kariyeri boyunca yenilgi almamış marcianonun posteri rockynin evinde aha da şöyle asılıydı. Rockynin de asıl ismi robert idi, hayranı olduğu boksörün ismini kullanıyordu.
ve hazırlıklar başladı. apolloya hayat veren carl weathers da çok orjinal bi karakterdi. deneme çekimlerinde carl weathers gerçekten stalloneye yumruk atmış. Rockyde hop bu sadece deneme çekimi sakin ol demiş. Bunu cevaben apollo da karşımda gerçek bir oyuncu olsaydı, senin gibi figüran olmasaydı daha iyisini yapabilirdin demiş. Hoop aralarına yönetmen girmiş, carl abi öyle konuşuyosun saygımız sonsuz ama, karşındaki figüran değil gerçek rocky demiş. Hem de filmi yazarı demiş. Carl weathers yani apollo stalloneye dönüp bi duraksamış, sonra şöyle demiş, iyi, belki ilerde daha iyi yapar bu işi demişti. Rolü de kapmıştı.
Yakın dönemde yapılan creed filmleri ile tekrar hayatımıza giren apollo creed, filmde ünlü ve havalı bir boksördü. Şovmendi, dövüşe dansederek çıkıyordu. Rocky ile dövüşü için de şunu söylüyordu: burası fırsatlar ülkesi değil mi? apollo creed, 1 ocak günü, bir kenar mahalle çocuğuna şans verecek. Bu cümle aynı zamanda filmin ana dinamiklerinden birini temsil ediyordu. Stallonenin deyimiyle Herkes hayatında bir kez olsun yumruğu çakma şansına sahip olmak istiyordu.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
neyse trene dönelim. başta bahsettiğim sanayi devriminin dinamolarından biri, demir yolları ve trenlerdi. buharlı motorları devasa yapıları ile bu yaratıklar yeni dünyanın şehirleri ve ülkeleri arasında yük ve yolcu taşıyorlardı. yani taş bile taşıyabiliyordunuz. eskiden köyünüzün etrafındaki taşla ev yaparken. tren sayesinde yüzler km öteye gidebiliyor, oradan taş, tahta falan filan alabiliyordunuz. buharlı motor gemilerde de mevcuttu ve kıtalar arası ticari taşımacılık da böylece ortaya çıkmıştı. sinemanın çok yönlü yapısı, diğer tüm sanatları içerebilmesi onu farklı bir noktaya koyuyor. kendisi gibi sanayi devriminin dinamosu olan treni gösterebiliyor, onun filmini yapabiliyordu. treni nerede görmedik ki. şöyle hafızaları bi tazeleyelim. ilk aklıma gelen geleceğe dönüş, tren o filmin merkeziydi. buster keaton’ın the generali. o trenin önündeki fotoğrafını hatırlarsınız heralde. doğu ekspresinde cinayet. o da efsanelerden biri, hatta yanlış bilmiyorsam istanbul-paris treninde geçiyor. bizimle de bi alakası var yani. 2000lerde oyuncuların vücuduna sensör yerleştirip yapay zeka ile gerçeği birleştirme, yine sinemada bambaşka bir dönem başlatma çabası vardı. gollum filan da böyle bi karakterdi biliyosunuz. bunun ilk örneklerinden biri de polar express yani bir tren filmiydi. sinema tarihinde tren filmi diyebileceğimiz onlarca film yapıldı. bu içeriği podcast olarak dinliyorsanız bu sahneyi göremeyeceksiniz ama, sizi youtube kanalıma da beklerim. evet gördüğünüz bu filmler içinde tren geçen yada trende geçen filmler. ya nolacak uçakta geçen film de bin tane var diyebilirsiniz. o zaman size birkaç örnek vereyim de, sinemacılar treni nasıl kullandılar, nerelere götürdüler bi görelim. mevzu sadece tren değil arkadaşlar. metafor. bu kelimeyi ilk kez duyanlar, kulübe hoş geldiniz.
harry potter’ın arafta kaldığı sahne hatırlarsanız bir tren istasyonuydu. zaten muggle dünyası ile büyücü dünyasını birbirine bağlayan şey de bir tren yolculuğuydu. peron 9 3 çeyrek miydi neydi. 90lara damgasını vuran ghost filminde metronun büyük payı vardı. ruhlar dünyasının insan dünyasına müdahale edebildiği ilk o tren bölümünde farkediliyordu. eternal sunshine of the spotless mind, herşeyin başlangıcı bir tren sekansıydı. o da aynı şekilde bellek üzerine bir filmdi ve herhangi bir hikaye değildi. ilk spiderman serisinin en vurucu sahnelerinden biri treni durduran peter parkerdı. o sekansın sonunda ilk kez maskeli kahramanın maskesi düşüyordu. halk onu sahipleniyordu. büyük bi kırılmaydı hatırlarsanız. fight clubda da tren vardı. inceptionda vurucu sahnelerden birinde tren trafiğin içine dalıyordu. sherlock holmesda trenli ve su gibi akan bir sekans vardı. pianistin trenli bölümü unutulmazdı. 1978 yapımı superman’in trenli sahnesi yine unutulmazlar arasındaydı. matrixde de tren vardı. o efsane ajan simith neo dövüşü, mermi durdurmalar, yani filmin can alıcı sahnesi, tren istastonunda geçiyordu. yakın zamanda ortalığı kasıp kavuran joker filmi. en olaylı bölümlerinden biri trende geçiyordu. jokerin joker olduğu twist, baht dönümü bu sahneydi.
Bu bölümde 90'lı yılların sonunda ortaya çıkıp dizi dünyasını değiştiren, mafya dizilerine yeni bir soluk getiren Sopranos'u anlatıyorum. Biraz James Gandolfini övüyorum, biraz da antikahraman konularına giriyorum. İyi dinlemeler!
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.peki televizyon tarihi değişse ne olur? artık dijital platformlar var. televizyon mu kaldı? diyebilirsiniz. ama şunu unutmayalım. dijital platform evlere girmeye çalışır. yani o evdeki insanlar aynı televizyondaki gibi dijital platformu ne kadar izlerse, o denli başarıya ulaştığına kanaat getirilir. sopranos, sıradan bir mafya dizisi değildi ve onun başlattığı dalga breaking bad, game of thrones, peaky blinders ve daha nicelerine yol açtı. türkiyede ise hala 99 öncesinde yaşıyoruz diyebilirim. bunun nedenlerini de konuşucaz. belki bu videoyu genç bir sinemacı kardeşimiz izler, birgün türkiye televizyon yada dizi tarihini değiştirmeye karar verir ve nihayet! artık aynı dizileri izlemek zorunda kalmayız. hayal gibi değil mi? hadi gelin sopranos televizyon tarihine ne yaptı onu bi irdeleyelim. bir de sonunda yorumlarda konuşalım tartışalım. biz de aynısını yapabilir miyiz bakalım. hazırsanız başlıyorum.
bilmeyenler için basitçe özetleyelim. sopranos new jersey’de yaşayan, o bölgenin haracını yiyen bir mafya babasını anlatıyordu. adamın ismi tony soprano. ilk bölümde bir mafya babasını terapi alırken görüyorduk. çünkü panikatak krizleri geçiriyordu ve tedavi olmak istiyordu. şimdi daha işin başında ters köşe olduk dimi? mesela godfatherda marlon brandoyu ay fenalaştım filan diye düşünebiliyo musunuz? yada terapi aldığını düşünebilir miyiz mesela? sopranos’un iddiası şuydu. bu diziyi izleyen insanların hayatını anlatacağız. öyle uçan kaçan havadaki hedefi vuran kahramanlar bu dizide yok. adam mafya evet, ama naapsın, o da bir insan ve fenalık geçiriyor. güllük gülistanlık bir hayatı da yok. kelle koltukta yaşıyor.
arkadaşlar filmleri neden beğeniriz gibi bir seri yapmak istiyorum. orada da şunu anlatacağım. film veya dizi, özellikle televizyon sizin coşkularınızı hedef alır. bizim dizilerden örnek verelim. çok basit oldukları için oradan gideceğim. paranız yoktur dizide kesin holding vardır. neden? parası olan insanların hayatını merak ederiz, paralı olmak isteriz. asmalı konakta hatırlıyo musunuz seymen ağa nasıl zengindi. adama arazilerini gösteriyodu bak burası ufka kadar benim deyip dürtüyodu filan. bizde olmayan onda vardı, ve bizim yapamadığımızı yapıyordu. yani parası vardı ve herkese atar gider yapıyordu. günümüze dönelim. pek değişiklik yok. yine yerli dizilerin vazgeçilmezi: herkes birbirine ayar veriyor. ben ne yapacağımı biliyorum sana hmmmm filan gibi büyük laflar, küslükler ihtiras kan gözyaşı. takır takır silah atıyorlar. sorunlarını birbirlerini öldürerek kökünden çözüyorlar filan. hemen sopranosla karşılaştıralım. mafya dizisi izliyorsunuz ama birini öldürmek öyle kolay birşey değil arkadaşlar. çukurda filan bi sahnede 100 kişi ölüyodu ya, yok öyle bi hayat yani. sopranosda biri öldüğü zaman ne yapacaklarını şaşırıyorlar. çünkü o adam kaybolduktan sonra ailesi sevdikleri onu arayacak, varsa muhbirler bunları ihbar edecek. adamcağızın cesedi nolacak, o bi bulunursa bittin filan. ve başta kahraman dedik ya, sopranos’un baş karakteri tony soprano pisliğin tekiydi. sevdiğiniz dizileri bi düşünün lütfen, ya izledim çok sevdim baş karakter de şerefsizdi. bunu diyebilir misiniz. özellikle 99dan önceki diziler için konuşuyorum. çünkü televizyon sinemadan bu noktada ayrılır. sizin 2 saatlik filmi değil de, 1-2 saatlik 1 bölüm diziyi yıllarca izlemeniz için baş karakteri sevmeniz gerekir. tv bu noktada risk almaz. baş karater örnek biridir. kusursuza yakındır. toplumun affetmeyeceği birşey yaparsa cezasını çeker. mesela eşini aldatırsa, birini öldürürse, hırsızlık yaparsa, büyük makina onu cezalandırır.
Bu bölümde Friends'i yaratıcı yazarları üzerinden incelemeye çalıştım.
.
.
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
..
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
batı dünyasında creator diye birşey var arkadaşlar. yani yaratıcı yazarlar, projeyi doğuran kişiler. mesela breaking bad izleyenler bilir vince gilligan ismi şak diye jeneriğin en vurucu kısmında karşımıza çıkar. çünkü bunun değerini bilmek gerekiyor. bazı projelerin ne yönetmeni ne de oyuncusu başta gelir. yıldız oyuncu sistemi yoktur. robert de niro in, bilmemne filmi diye reklamı yapılmaz. o projelerde creator’ın ismi yazar. bizde gülse birsel, son dönemde gökhan horzum gibi örnekler olsa da batıdaki gibi bir yaratıcı-yazar kültürümüz pek yok. bu yazarlar, yıldız oyuncuya pek ihtiyaç duymazlar. isteseler kralıyla çalışabilirler bu arada. hemen örnek verelim. friends de bölüm oyuncusu olan yıldız oyuncular görürsünüz. brad pitt geliyo figüran gibi 1 bölüm oynayıp gidiyor değil mi? normalde kendi dizisini yazdırabilecek isimler bölüm oyuncusu olmaya razı oluyolar çünkü, burada proje, fikir ön planda. o açıdan friends vb. filmler diziler çok değerlidir.
devam
friends gibi dizilerin bir diğer özelliği ansambl kadrolu olurlar. yani az önce dediğim gibi tek bir oyuncu veya yönetmenin etrafında dönmeyiz. mesela ross 10 bölüm friends yönetmiş. çünkü orada mevcut bir yapı var, oyuncusuyla teknik ekibiyle tüm kadro bu yapıyı oluşturur. yönetmen de bu yapının yöneticisi ve bir parçasıdır. yönetmen değişse de farketmez. friends ekibi yine benzer bir bölüm ortaya çıkarır.
friends projesini oyuncular nezdinde ele alan bir anlayış var. ama aslında bu oyuncular bu rol için yaratılmadı. bu roller yazıldı ve uygun oyuncular bulundu. aslında monicayı oynayan courtney cox rachel rolü için düşünülüyordu. pheebenin rusyaya giden sevgilisi joey için düşünülüyordu. ya o rolü sadece o oyuncu oynayabilir diyor olabilirsiniz. ama o rol yazılmadan önce bahsi geçen oyuncuların böyle bi rol olduğundan haberi bile yoktu. belki bambaşka rollerde oynuyordular ve bir anda hayatlarının rolü ve projesi karşılarına çıktı.
o kadar yaratıcı yazar dedik. o zaman friends’in yaratıcı yazarlarından da bahsedelim. marta kaufmaan ve david crane oyunculuk dersleri aldıkları dönemde tanıştılar. beraber bir proje yönettiler ve herşey böylece başladı. bu ikili yıllar içinde muhtelif projeler yapacak. ve sonunda hayatlarının projesi friends ortaya çıkacaktı. oyunculuğu da yönetmenliği de denediler. fakat en çok keyif aldıkları kısmın yazarlık olduğunun farkına vardılar. yıllarca müzikal oyunların yapım sürecinde yazım sürecinde yer aldılar. marta kaufmann’a göre müzikalden öğrendikleri en önemli iki şey ritm ve şarkı sözlerinin aritmetiği olmuştu. friends’in su gibi akıp geçmesi var ya, arkadaşlar işte onun bir sebebi var. bir şarkı gibi, bir müzikal gibi ritmik, giriş nakarat ve finale sahip bölümler izliyorsunuz. bazen bölümleri yazarken hangi noktalama işaretlerini kullanacaklarını tartışıyorlardı. çünkü noktalama dizinin ritmini etkileyen bir faktördü.
tabi ritm senaryo filan bunlar işin teknik kısmı. sevdiğimiz dizilerde filmlerde bizi yakalayan en büyük şeylerden birine de sahiptiler. samimiyet. ethos. adına ne dersek diyelim. işte o yakınlık hissi. bu samimiyet de kendi hayatlarını senaryoya yansıtmaları sayesinde ortaya çıkmıştı. yine martaya göre, onları seinfield gibi efsanelerden ayıran en büyük özellik buydu. başka dizleri oturup izlerdiniz ama friends’e sarılabilirdiniz.
marta ve david’in de aynı friends gibi new yorkta yaşayan 6 arkadaşlık bir grupları vardı. friends izleyenler bilir. safkan bir new york işidir. cafenin ismi bile central perktür. işleri hayatları, new york stiliydi. dizi bahçeli evlerde değil apartmanlarda geçiyordu. herkesin şehre ait işleri güçleri dinamikleri vardı. bunları da senaryolarına yansıtmışlardı ve ilk bölümü sadece 3 günde yazıp bitirmişlerdi. çünkü malzeme hazırdı, sadece kağıda dökmesi kalmıştı.
Bu bölümde sinema tarihinin kilometre taşlarından Godfather filmini, nasıl çekildiğini anlatıyorum.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Bunu hep söylüyorum. Sinemada birçok efsane yazarla başlıyor. Mario puzonun baba romanı bestseller olunca, filmi çekilmesi de konuşulmaya başlandı. 3-4 sene sonra baba vizyona girecek, yer yerinden oynayacaktı.
Paramount pictures romanın haklarını satın aldı ve yönetmen aramaya başladı. Coppola daha toydu gençti. coppoladan önce sergio leoneye teklif götürüldü. Usta yönetmen teklifi geri çevirdi. Italyan yönetmen dünya tarafından mafya olarak tanınmaktan rahatsızdı. Yıllar sonra kendi perspektifinden bir gangster filmi yapacaktı ki, o da en az godfather kadar iyidir.
Godfather çok iyi bir film olmasına rağmen, yani naçizane fikrim bence çok güzel, yapım süreci çok sancılıydı. Paramount pictures ile coppola saç saça baş başaydı. Adamın istediği gibi film çekmesine izin vermiyorlar, bütçeyi düşük tutuyorlardı. Ya 40larda 50lerde geçen düşük bütçeli mafya filmi yap bize ya diyorlardı. Fakat coppola gürbüz ve idealistti. Marlon brando da gençti. Sadece 47 yaşındaydı. Ama rolü çok istiyordu. Ağızlık takarım bilmem naparım oynarım diyordu. Al pacinonun ilk parladığı film. 32 yaşındaymış ya. Ama işte bu idealizm arkadaşlar. Deneme çekimlerinde milletin aklını alan bu genç oyuncu tarihe geçmek için ilk sıçramasını yapmaya hazırda. Projeye dört elle sarılmışlardı. Yapımcı coppolayı kovmaya çalışıyor marlon brando arka çıkıyordu. Parasızlıktan coppolanın anası babası dıdısı filmde oynuyordu. Küçük rollerde gördüğünüz herkes coppola ailesinin birer ferdi arkadaşlar. Talia shire hatırlarsanız o da coppolanın yeğeniymiş.
Baba rolünü sinemacıların şahı orson welles coppoladan açıkça istemişti. Kitabı bildikleri için birçok oyuncu baba filminde oynamak için yanıp tutuşuyordu. Marlon brando sette ezber unutup büyük kartlardan okuyordu belki, ama ikonik kediyi filme ekleyen oydu. Rolü ele alışı, hali tavırları milyonlarca insanı etkileyecekti.
Sony corleone için robert de niro seçmelere girmiş ve rolü alamamıştı. Carlo rizzi için stallone seçmelere girdi. Belki bu projede olmadıkları için üzüldüler. Ama noldu? De niro ikinci filmde vito corleonenin gençliğini oynadı, stallone de rocky’i yaptı. Bu işlerde umudunu kaybetmemek de bi meziyet arkadaşlar.
Filmin içerik ve biçiminden de genel hatlarıyla bahsetmek isterim. Görüntü yönetmeni gordon willis, o güne kadar denenmemiş sert gölgeleri kullandı. Başta yapımcıdan tepki görse de bu cesur hareketi sinema ortamlarında çok beğenildi. Öyle ki gölgelerin efendisi lakabını alacaktı.
Godfather akdeniz sineması özellikleri içeriyordu. Portakal gördüğümüzde birileri vuruluyordu. Hatırlarsanız marlon brando portakal satın alınca suikaste uğramıştı. Şölenle açılıyor, yeme içme filmin her tarafını çevreliyordu. Sürekli mancaare takılıyorlardı. Coppola istemeye istemeye bu işe girmiş olsa da, şiirsel bir film ortaya çıkmıştı. Görkemli bir yapıttı. Baskıyla sindirmeyle kısa sürede çekilse de, ortaya çıkan iş muhteşemdi. Belki de başta sorduğum sorunun cevabı budur bilemiyorum. Çağlar boyu insanlık güzelin yani sanatsal anlamda güzelin peşinden koştu. Güzel kimine göre doğa kimine göre karmaşaydı. Sinema yani 7. Sanat, sonradan ortaya çıkıp bugüne kadarki herşeyin bir karmasını bizlere sundu. Godfather’ı bu açıdan ele alalım. Içerikte kötü iyi tartışması, aile, insanın aşağılık yönleri, bune getirilen eleştiri ve dahası var mı var. Zaten filmin ünlü godfather sekansını hatırlayalım. Üstüste cinayetler işlenirken, michael bir arınma seansına liderlik ediyordu. Vaftiz babalık yapıyordu. Ama arka planda olanlar korkunçtu. Içerikte resim var mı var. Tablo gibi çekimler, komposizyonlar, az önce bahsettiğim ışık oyunları var. Fotoğraf var. Müzik var. Unutulmaz soundtrack’i var. Başta söylenen şarkıları, filmde kullanılan bakır üflemeliler epik müzikler var. Bu yüzdendir ki, godfather estetik ve içerik bakımından üstün bir film oldu.
Bu bölümde unutulmaz dizi Breaking Bad'i tür açısından ele alıyorum. .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
breaking bad’i 2 kez bitirdim ve ikisinde de büyük keyif aldım. öncelikle işin teknik kısmını bir kenara bırakıp ben neden sevdim onu paylaşmak isterim. hem de kısaca dizimizi bi hatırlayalım. sıradan bir okulun sıradan bir kimya öğretmeni bir anda mafyaya dönüşüyor. arkadaşlar bu yükseliş, yani tırnak içinde yükseliş, gangster türünün en büyük numaralarından biri. mesela mafia diye bir oyun vardı hatırlarsanız. orada sıradan bir taksi şoförü olarak oyuna başlıyorsunuz ve bir anda mafyanın adamı olup para ve prestije ulaşıyorsunuz. evinde bilgisayar başında oturan, onun öncesin bütün hafta işyerinde canı çıkan, okulda zorbalığa uğrayan sıradan insan için bu büyük bi hayal. bilgisayarın size açtığı monitörün penceresinden başka bir aleme geçiş yapıyorsunuz. bu konuyla ilgili de bir sürü simülasyon teorisi var. bunların son örnekleri de black mirror. yani o siyah aynanın dünyasından alternatif bir dünyaya geçiyorsunuz. orada beğeniler güzeller yakışıklılar, zenginler havada uçuşuyor. breaking badin ve birçok filmin dizinin kullandığı tekniklerden biri de buydu. friends bölümünde creator yani yaratıcı yazarın ne demek olduğuna kısaca değinmiştim. breaking bad’in atası annesi babası da vince gilligan. yazarımız scarface’i yani dehlizlerden saraylara yükselen tony montana’nın hikayesinin türevi birşeyler yazmak istemişti. bu bağlamda scarface ve yine dizideki gibi sıradan bir öğretmenin hikayesini anlatan bir kitabı model aldı. kendi söylemleri de bu yönde. televizyonda yapılabilecek şeylerin inanılmaz noktalara varabileceğinin farkındaydı. ve geleneksel televizyonculuğun kalıplarının yıkılabileceğini böylelikle manyak işler yapılabileceğini biliyordu. önünde sopranos gibi six feet under gibi örnekler vardı. sopranos’un bölümünü yaptık biliyorsunuz. vince gilligan da breaking badden önce x-files’ın yapım ekibinde yer almıştı. ve breaking bad başrolleri de yine bu projeden toplamaydı. eğer herkesin seveceği bir antikahraman yaratabilirse buradan büyük yürüyeceğinnin farkındaydı.
ve walter white böylece ortaya çıktı. şimdi işin teknik kısmına da geldik. breaking bad neo-western yani yeni vahşi batı türünün örneklerinden biri olarak gösteriliyor arkadaşlar. antikahramanları ben de çok keyifle izlerim. fakat anti kahraman’ın şöyle arızalı bir tarafı da var. düşünsenize uyuşturucu üreten bir öğretmeni milyonlarca insana sevdirdiler. korkunç bişey ya. bir uyuşturucu tipini dünyaya tanıttılar. bu açıdan eleştirilecek, karşı durulacak bir sürü tarafı var. tabi ben bunu desteklemiyorum, karşıyım. ama şu an konuştuğumuz şey başka birşey. dizideki karakter de günahlarının bedelini ödeyecek elbet. bu konuya da ayrıca birgün değiniriz. çünkü sinemanın böyle büyük bir sistemi bir yapısı var. toplum tarafından hoşgörülmeyen şeyler yapan kişiler, yazarlar yönetmenler tarafından hep cezalandırılır.
peki konudan sapmayalım. antikahraman dedik, neowestern dedik. arkadaşlar western yapısını da kısaca hatırlayalım. bizim vahşi batı olarka bildiğimiz western filmlerde ismiyle müsemma adalet yönünden vahşi bir ortam vardı. beyaz amerikalı kowboy da bu ortamlarda adaleti sağlıyordu. hatta tarantino siyahi kovboyu django ile bu kalıpları ters yüz etmişti. eski filmlerde kovboylar iyi ve kötü ayrımında çoğunlukla iyi tarafı temsil ediyordu. refah getirecek, kanunları uygulayacak veya ortaya koyacak kişiler yine kovboylardı. şimdi, neo western de bu kostümü giyip, bu klasik yapıyı bozarak yeni bir yapı ortayya çıkardı. yine breaking bad üzerinden gidelim. vahşi batı mekanları var mı var. yine adalet, hırs intikam kavramları önde mi önde. ama walter white toplum tarafından dışlanmış bir karakterdi. kovboyların tersine, baş karakterimiz kanun kaçağıydı. ama mevzu yine aynıydı. adaleti sağlamaya çalışıyordu. daha doğrusu kendi adaletini.
Bu bölümde çok sevdiğim oyunculardan Cillian Murphy'nin hayat hikayesini genel hatlarıyla ele alıyoruz.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
küresel ölçekte tanınır olmak cillian gibi bir yetenek için büyük şanstı. 28 gün sonranın hemen ardından nolan ile olan güzel projelerine start verilmişti. aslında bruce wayne yani yeni batman için düşünülmüştü. nolan ona batman kostümü giydirince cık olmadı deyip vazgeçmiş. garip. onun oynayacağı batmani izlemek çok isterdim açıkçası. fakat kötücül enerjisi ve yeteneği nolan’ı etkiledi. scarecow rolünü aldı. arkadaşlar murphy batman ve 28gün sonradaki rolleriyle hep iyi yorumlar aldı. bana göre maalesef christian bale gibi kaslıların gerisinde kaldı. cillian’ın o yıllardaki dikey yükselişini batmanle filan açıklıyoruz ama. bana göre asıl efsane filmi es geçiliyor. breakfast on plutoda trans bir karaktere hayat veriyordu. transları anlamak istiyordum bu sayede o rol beni heyecanlandırdı diyordu. bu filmin çekileceğini duyunca yapımcıya ulaşıp ben bu rolü oynamak istiyorum diye diretmiş, yani çok tutkulu bir oyuncu. bu rol için kadınları izlemiş onları taklit etmişti, translarla bir araya gelmeden rolüne çalıştığını belirtiyor.
ve bu film müthişti arkadaşlar. yani bir oyuncu düşünün 6-7 sene sonra 2011de başlayacak peaky blinders fenomeninde tom shelby’i oynayacak. hem de breakfast on plutoda bambaşka bir karakteri oynayacak. zaten cillian murphy’i diğerlerinden ayrıran da bence bu. hem maskülen hem de feminen karakterleri, hem bağımsız hem de ana akım filmlerde yer alması. yeri gelyor cannes’a gidiyordu, yeri geliyor gişe filmlerinde yer alıyordu. bazen hem gişe filmi hem de bağımsız film olan nadir projelerde yer alıyordu. buna örnek the wind that shakes barley. bir ken loach filmi. meleklerin payı diye bir ken loach filmi vardır. çok tavsiye ederim. neyse biz cillian murphyli olana dönelim. irlanda bağımsızlık mücadelesini anlatan bu film, gişede de yapımcısını üzmedi. hem de altın palmiye kazandı. murphy bu filmde ken loach ile çalışmak bir şanstı diyor. ve ülkesinin bağımsızlık savaşını anlatan filmde oynadığı için gurur duyuyordu.
devam
cillian’ın kariyeri gayet iyi gidiyordu. fakat bu adamın şansızlığı az önce bahsettiğim gibi starların gerisinde kalmasıydı. artık irlandalı olmasına mı yoralım, yoksa herkesle sosyalleşmeyen, sanatçı yönü ağır basan biri olasından mı dem vuralım bilemiyorum. bu yönü ile ilgili kendi de şöyle konuşuyor: biliyorum bazılarınıza bu düşünceler boş gelebilir. ama insanlar bi kaçış arıyor. sanatçılar halkı politikacılar bankacılar gibi yüzüstü bırakmamalı diyor.
ama ama ama! 2011de başlayan efsane, peaky blinders, murphy için tüm dengelerin değişmesi demekti. küresel çapta başarıya ulaşan her bölümü sinema filmi gibi olan bu muazzam proje, ben dahil milyonlarca kişiyi ekrana kitledi. nick cave şarkısı ile açılan efsane giriş sekansları, tekrar tekrar açılıp izlenen kırılma anları tarihe geçti.
ziyadesiyle karanlık bir karakteri canlandıran murphy, rolü için binlerce sigara içmiş, kalp damar hastalıklarına davetiye çıkarmıştı. tomas shelby için oynadığım en yüksek kapasiteye sahip karakter. herkes kendinden birşey bulabilir. şiddetten beslenen bir yapısı var bu ben değilim diyor. gerçekten de dizi bir yana. tom shelby de tarihe geçecek bir karakter bence. çok katmanlı, karanlık, ama bir yandan seyirciyi kendine hayran bırakan bir tarafı var. peaky blinders’ın yazarı için de fenomen yazar diyor. pekay amerikan gangster türü gibi değil. göçmenlerin italyanların hayatını anlatmıyor. bir sanayi merkezi olan birmingham’ın lokal çingenelerinin hayatını anlatıyor. ingiliz dizisi açısından eşi görülmemiş bir olay diyor. ses tasarımında da sürekli arkada çalışan fabrika ağır sanayi görebilirsiniz. diyor.
biz de yazanlara helal olsun diyoruz.
Bu bölümde sinemada çokça karşılaşabileceğimiz "gizli" Frankenstein karakterlerini anlatmaya çalıştım.
Dilerseniz YouTube kanalımdan video olarak da izleyebilirsiniz.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.frankestein bu ismi defalarca kez duymuşsunuzdur. sinemada çok kez karşılığı oldu. filmleri yapıldı, animasyon filmlere bile girdi. peki size frankestein karakterini izlediğimiz birçok filmin içinde bulabileceğimizi söylesem? hatta cahilce laflar edeyim de trafik alayım: frankestein izlediğimiz dinlediğimiz birçok hikayenin ta kendisi arkadaşlar. hadi gelin şunu beraberce anlamaya çalışalım. he bir de böyle konularda katkı sunmak için yorumlar geliyor, onlar çok değerli. yorumları okurken ooo uuu oluyorum. yorumlara beklerim yani. hadi başlayalım
arkadaşlar izlediğimiz filmler okuduğumuz kitaplar, yada herhangi bir hikaye. dizi olur öykü olur, roman olur. herşey. bunların hepsi öyle durduk yerde ortaya çıkmadı. insan daha yazı yazmayı bilmiyorken, birbirine hikayeler anlatıyordu. yok şu mamuta taş attım, yok efendim aslana kafa attım, t-rex’e çelme taktım filan. bu hikayeler zamanla mitolojiye, efsanelere dönüştü. çok uzakta olmadı, yaşadığımız topraklar bunlara tanıklık etti. bugün biz de amatörce oturup bir öykü yazsak ve bir uzmana göstersek. şu tarz öykülere benziyor. mitolojide şuna karşılık geliyor filan der. çünkü bunlar artık belleğimizde, hayatın her yerinde. öyle ki frankenstein’ın yazarı kabusunu romana çevirmiş. frankestein ilk yazıldığında takvimler 1800lü yılları gösteriyordu. romanın bir ismi daha vardı. modern prometheus. şimdi gözünüzü korkutmayayım. ben de bu mevzulara aşırı hakim değilim o yüzden detaya girmeyeceğim. ama bu kayıt bittiği zaman, siz de frankestein’ı ve dolayısı ile prometheus’u izlediğiniz okuduğunuz şeylerde görecekseniz. inanın böylesi çok keyifli oluyor.
frankestein’a da gelicez ama modern prometheus ne demek. basitçe şöyle: mitolojide prometheus ateşi çalıp insanlığa götürüyor. zeus da buna çok kızıyor, bunu bir dağa zincirliyor ve hergün bir kartal yani zeusun simgesi gelip bunun karaciğerini yiyor. karaciğer tükenmiyor, her gün yenileniyor. mitoloji hayatın içinde diyorum ya. gerçek hayatta karaciğerin kendini yenilemesi ile bunun bir bağlantısı olduğu filan konuşuluyor. karaciğer frankestein ilişkisini de bu bölümün sonunda açıklayacağım.
bu hikaye insanlığın günümüze kadar uzanan öyküsünün başlangıcı. yani doğadan gelenlerle yetinmeden, ateşi yakıp, yemeği yapıp, ateşle üretimi yapıp yoluna devam etmek. insan artık gece olunca zifiri karanlıkta kalmıyordu. ateşi yakıp mamuta nasıl kafa attığını anlatıyordu. bugün üretilen herşeyin, demirin plastiği enerjinin dahi
tamam sinema dedik. sinemada frankestein örneklerinden devam edelim. onlarca filmi yapıldı zaten de ben onlardan bahsetmiyorum. gizli frankesteinlara gireceğiz. mesela spoiler vermemeye çalışarak, i-robot filmini ele alalım. robotlar artık insandan iyi olduğunu düşünüp saldırıyor. terminator, androidlerle insanlar savaş halinde, matrix yine aynı. insan kendi ürettiği teknoloji tarafından aşağılık görülüyor ve olaylar düğümleniyor. maymunlar cehennemi. labaratuarda üretilen zeki maymun insana başkaldırıyor. daha da zorlayalım. x-men, magneto ve tayfası insandan daha üstün olduğunu düşünüyor. harry potter, voldemort ve tayfası safkan büyücülerin diğerlerinden ve mugglelardan daha değerli ve yetenekli olduğunu düşünüp saldırıyorlar. avatar, insanın ürettiği o büyük mavi yaratıklar, avatar diyarını yoketmeyi reddediyorlar. titanik, teknolojinin son noktası titanik gemisi için onu tanrı bile batıramaz diyorlar ve makina onlara ihanet ediyor. yüzüklerin efendisi. güç yüzüğü üretiyorlar. ama insan mıydı onlar hatırlamıyorum. yüzüğün getirdiği güç ve üstkimlik felakete yol açıyor. jurassic park insan dinozor üretiyor, dinozor insanı yiyor. daha örnekler varsa lütfen yorumlara yazın.