Dostlarım merhaba. Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun. Bu yıl Cumhuriyetimizin 102. yıl dönümünü kutladık. Cumhuriyetin, bence her zamankinden daha sağlam bir şekilde devam ettiğini düşünüyorum. Çünkü halk sahip çıkıyor; halk, kendi cumhuriyetine, yani yaşam biçimine, yani 250 yıldır Osmanlı’dan bu yana Batılılaşmaya çalışan bir ülkenin yaşam biçimine sahip çıkıyor. “Ben böyle yaşamak istiyorum; cumhuriyetin kurucu ilkeleriyle ama demokratikleştirerek ve insan haklarına saygı göstererek yaşamak istiyorum” diyen bir irade beyanında bulunuyor. Bu iradenin, bu yıl meydanlarda, Anıtkabir’de, sokaklarda kendini göstermek isteyen insanlarla somutlaştığını gördük. O bakımdan, Cumhuriyet bence çok güçlü. Kutlu olsun.Sizinle bugün bir konuda dertleşmek istiyorum. Kitaplarıma çok yakın ilgi gösteriyorsunuz; çok teşekkür ederim. Özellikle bu konuşmaları dinleyenler arasında kitaplarımı çok iyi okuyanlar var. Hatta bazen, bazı bölümleri benden daha iyi biliyorlar. Çünkü gönderdikleri mesajlardan, paylaştıkları alıntılardan bunu anlıyorum. Şimdi yeni bir romanım çıktı biliyorsunuz: Bekle Beni. Bu romana gösterdiğiniz büyük ilgi için de çok teşekkür ederim. Gerçekten bir yazar için bu büyük bir mutluluk. Bununla ilgili birkaç düşüncemi paylaşmak istiyorum; çünkü bazı dikkatli okurlar, “Bu kitaptaki bazı olayları biz zaten biliyorduk” dediler. Evet, doğru. Sevdalım Hayat adlı yaşam öykümde ve başka yayınlarda başımdan geçenleri anlatmıştım.Ama neden bu kitaba gerek duydum? Çünkü bu bir roman. Otobiyografide anlatamayacağınız şeyler vardır. Olayları derinleştirmek, psikolojik katmanlarına inmek, felsefi boyutlarını ele almak romanın alanıdır. Ben bu romanla bir tanıklık görevi de üstlenmek istedim. 68 olaylarının içindeydim, tanığıyım. O olayların öncüleri, kahramanları arkadaşlarımdı. Ama onların sadece birer figür değil, insan olduklarını gördüm. Bu kitapta insan hikâyeleri anlatıyorum; sadece halkın önüne bir bayrak gibi çıkmış kahramanlar değil, duyguları, zaafları, inançları olan insanlar var. Marx’ın “İnsanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü, hapiste de geçerli, dışarıda da, devrimde de, aşkta da.Belki bazılarınız inanmayacak ama tarih, bilim insanlarının da bildiği üzere, çok tahrif edilen bir şeydir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde. “Resmî tarih” denip eleştirilen şey kadar, “gerçek tarih” iddiasıyla ortaya konan birçok anlatı da çarpıtılmıştır. Çünkü dilin kemiği yoktur; sorgulama yeteneği olmayan kişi, kendisine söyleneni kolayca doğru sanabilir. Buradan Descartes’ın ünlü sözünü hatırlayalım: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Aslında sözün aslı “Şüphe ediyorum, düşünüyorum, öyleyse varım” şeklindedir. Batı kültürü, “şüphe ediyorum” kısmını atmıştır. Çünkü “şüphe eden” insan, sorgulayan insandır; sorgulayan insan ise körü körüne inanan değildir. Oysa dinin ve otoritenin istediği, sorgulamayan insandır. Bu bile bize gösteriyor ki düşünce tarihinin kendisi bile sansür ve çarpıtmadan azade değildir.Bunun gibi bir tahrifat da “Bizans” konusunda yapılmıştır. Bugün hepimiz Bizans İmparatorluğu’ndan söz ederiz, ama aslında böyle bir devlet hiç var olmamıştır. Fatih Sultan Mehmet’in aldığı Konstantinopolis, Bizans değil, Roma İmparatorluğu’na aitti. Paraların üzerinde de “Kayzeri Diyar-ı Rum” yazar; “Bizans” yazmaz. “Kayzer” sözcüğü “Sezar”dan gelir; Çar, Sarı gibi kelimelerle aynı köktendir. Fatih kendini Roma Sezarı’nın devamı olarak görmüştür. Yani devletin adı Roma’dır, Bizans değil. Bu durum 16. yüzyıla kadar böyle sürmüştür. Ancak Batılı tarihçilerin zoruna gitmiştir: “Nasıl olur da Roma’yı Türkler yıkar?” Bu yüzden bir Alman tarihçi, Hieronymus Wolf, 16. yüzyılda “Bizans” adını icat etmiş ve literatüre sokmuştur. Biz de bunu hiç sorgulamadan kabul etmişiz. Oysa Fatih’in devraldığı imparatorluk Roma’dır.
Mannheim Konseri, Avrupa İzlenimleri
Dostlarım yine bir eee konuşmada YouTube konuşmasında buluşuyoruz. Danimarka'daydım ve her gittiğimiz yerde düşünüyoruz. Tabii eskiden Ruslar için söylenirdi. Sürekli yurt dışında olsalar bile çay içer Rusya konuşurlar diye. Biz de devamlı yurt dışına da gitsek. Nereye gitsek kafamızda Türkiye. Türkiye sorunları. E Ahmet Hamdi Tanpınar da dememiş miydi zaten? Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma fırsatı vermez bırakmaz diye. Doğru. Ama ne dikkatimi çekti biliyor musunuz? Özen. Özen. Her şeye özenmek. Özenli yapmak. Hayatı özenli yaşamak. Biz biraz daha hoyrat yaşamaya başladık. Biraz savrulduk. Danimarka'ya gidince o farkı çok iyi gördüm. Çünkü orada bir festival var. Louisiana eee sanat müzesi ve edebiyat festivali. Aslında bu müze çok ilginç. Çünkü deniz kenarında çok zengin bir adamın vakfettiği büyük malikaneler ve modern sanat müzesi. Ayrıca her yıl bir de edebiyat festivali yapıyorlar. Dünyadan çok önemli yazarların geldiği yılda 700.000 ziyaretçileri var. Sonra dijital yayınları var. Oraya gittik. gayet güzel oldu ve eee şu çok etkili oldu. Tabii benim oraya geleceğimi duyan yurttaşlarımız da gelmiş. O yurttaşların daha ben konuşmama başlamadan önce koro olarak benim şarkılarımı söylemeye başlamaları Danimarkalıları çok şaşırtmış. Bu nasıl bir şey diyorlar. Yani siz yoksunuz ortada. Mikrofon falan takılıyordu bana arka taraf sahne arkasında ama herkes şarkıları söylemeye başladı. Sonra konuşma yaptık Hristian'la. eee Christian Lund önemli bir şey oldu ama şu dikkatimi çekti. Danimarka'da bir özen var. Sadece Danimarka değil. Ben burada kendimizi kötülemek, Danimarka'yı övmek falan filan biliyorsunuz böyle değil sorunlar. Biz niye böyle olmuyoruz? Bütün meselem bu benim. Niye? Adamlar çakıl taşını bile neredeyse mendille silip temizlerken, doğasına dikkat ederken, ağacına, kuşuna, çiçeğine dikkat eder, yolda birbirine nazik davranırken. Biz niye böyle bir hoyratça savuruyoruz ülkemizi? Yerin altını, madenler, dağlar yaralandı, taş ocakları, yerin altı üstü her yer yağmalanıyor. Bu inanılır gibi bir şey değil. Yani bundan eee vazgeçmek lazım ama nasıl vazgeçeceğiz diyeceksiniz. Ve şu anda söyleyeceğim şey biraz tuhaf gelecek. Biz anlaşıyoruz dille değil mi? Türkçe bizim dilimiz ama sadece bir anlaşma aracı değil. Dil. Dile özen gösterirseniz diğer şeylere de özen gösterirsiniz diğer konulara. Ama dili savrukça kullanırsanız, hele profesörseniz, yazarsanız, akademisyenseniz, gazeteciyseniz, televizyoncuysanız bu dili yanlış konuşmak inanılmaz bence bir suç. Hepimiz yanlış yapabiliriz. Bir kelimenin telaffuzunu yanlış söyleyebiliriz ama sürekli olmaz. Sürekli yaygın, gözüme çarpan ve televizyon izlerken eee çok canımı sıkan şeyler var. Bir tanesi son zamanlarda bu komisyon dolayısıyla eee tartışılmakta olan ademi merkeziyet. Buna birçok kerli ferli adam parti başkanı yahut da eee profesör diyor ki adem-i merkeziyet ya Adem değil o. Adem değil bu. Adem-i merkeziyet desantralizasyon yani merkezle merkezleştirme merkezi dağıtma. Tam olarak kavramı bu. Sen bunu Adem'i merkeziyet dediğin zaman insanlar ne anlayacak bundan? Adem var, bir merkeziyet var falan filan. Ademi merkeziyet diyeceksiniz ya da hiç kullanmayacaksınız. Merkez boşluğu. Aslında bu. Osmanlı'nın son yıllarında Prens Sabahattin'in ortaya attığı liberal Prens Sabahattin'in ortaya attığı bir adem-i merkeziyet teziydi. Şu anda Türkiye bunu tartışıyor ve gördüğüm kadarıyla yıllarca da tartışmaya devam edecek. eee bunu Avrupa Birliği'nin yerinden yönetim kararlarıyla şununla bununla devam edecek. Hiç olmazsa rica ediyorum ademi merkeziyet diyelim. Ademi merkeziyet değil. İkincisi dahi şimdi dahi kelimesi var. Dört harften oluşan. Bir de dahi kelimesi var. Şimdi ikisi birbirine karışıyor. Dahi değil mi? Olağanüstü yetenekleri olan, olağanüstü insanlar değil mi?
Zülfü Livaneli bu bölümde 13. Yüzyıl'da Anadolu'yu, Hacı Bektaş-i Veli'yi, kültür ve dil üzerindeki bugünkü izleri ile birlikte anlatıyor.
Livaneli Sohbet 18. Bölüm: Bir Daha Asla!
MOHSEN’İN SON NEFESİ ŞİİRİ
Duydunuz mu bilmem
Şu anda
Tam şu anda
Bir Gazze sokağında
Son nefesimi verdim ben.
Umurunuzda mı
Onu da bilmem
Ama
Bir dakika önce ayaktaydım
Şimdi paramparça
yerdeyim ben
Geçen hafta amcam
Dün annem,
Bugün kardeşim ve ben
Üstelik
Niye öldüğümüzü bile bilmeden
Tik tak
Tik tak
Tik
Ve çekildi tetik
Şu anda şu saniyede
Bir ölüyüm artık ben
Gazze’nin bir sokağında
Oyun oynarken
Ruhsuz bir sayıya dönüşen
Haberlere
yirmi bin küsur
diye geçen
İşte o küsurum
Ben
Said’in kardeşi, Hasna’nın oğlu
Mohsen
Ey analar ey babalar
Hayır duanızı eksik etmeyin
Üstümüzden
Livaneli Sohbet 17. Bölüm: Sol Kültür / Sağ Kültür, Nazım Hikmet, Sosyalist Enternasyonal
Türk'ün Parayla İmtihanı
Livaneli'nin Sırrı Süreyya'nın vefatından önce yayımladığı podcast bölümüdür.
Yaşasın 1 Mayıs!
Albert Camus şöyle der: Her İnsan Otuzundan Sonra Kendi Yüzünden Sorumludur!
Dostlarım, çoğu insanın gözünün dövize dikili olduğu, dolar ne oldu, euro ne oldu, şu ne oldu, bu ne oldu diye baktığı bir dönemde, şu kavramı yani “gavur parasıyla beş para etmez” kavramını, deyimini anlamanın zor olduğunu biliyorum. Ama bu bizim dilimize yerleşmiş. Neden? Çünkü öyleydi. Osmanlı güçlü zamanlarında Avrupa’yı hep hakir gördü. Her bakımdan: ekonomi bakımından, harp bakımından, giyim kuşam, yeme içme… Her bakımdan hakir gördü. Kendi kuvvetli bir devlet, kendi üslubu var, yaşam üslubu var, musikisi var, edebiyatı var, mutfağı var, çok zengin. Dolayısıyla Avrupa’yı hiç buraya yaklaştırmadı. Ta ki Avrupa’nın ne kadar ileri gittiğini, aradaki farkın ne kadar açıldığını acı bir şekilde görene kadar.
Çünkü o dönemde dediğim gibi “gavur parasıyla beş para etmez”, ya da sarışınlara genel olarak “tüyü bozuk”, mavi gözlülere “gök gözlü”, “uğursuz”… O kadar yabancıydı ki. Bir de o dönemde düşünün, televizyon yok, şu yok, bu yok. İlk ülkeler birbirini göremiyorlar. Bizim padişahlar da savaşa gittiği yerler dışında hiçbir yeri görmüyor. Ta ki ne zamana kadar? Abdülaziz’in Avrupa seyahatine kadar. Çünkü o arada elçiler gidiyordu, geliyordu, anlatıyordu falan ama esas büyük değişim Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde oldu.
O zamana kadar savaş dışında başka ülkelere giden padişah olmamıştı. Fakat ilk defa padişah Abdülaziz biraz herkesi şaşırtarak Paris’teki sergiye, Napolyon’un davetini kabul etti. Uluslararası sergiye… Büyük hazırlıklar yapıldı tabii. İstanbul’dan ayrıldı. Sultaniye yatı, diğer yatlar… Bazı yatlar, bazı gemiler padişahı taşıyor. Taşıyanın yanında iki tane veliaht taşıyan var: biri Murat, birisi de kardeşi Abdülhamit. Abdülhamit 24 yaşında.
Çünkü o zamanın büyük devlet adamları Ali Paşa ve Fuat Paşa -ki muazzam bir adamdır Keçizâde Fuat Paşa, bunu konuşmamız lazım mutlaka- bunlar, “Padişahım, taht boşluk kabul etmez. Aylarca sürecek bir seyahate çıkıyorsunuz, iki tane veliaht burada bırakılmamalı” diye… Kuvvetli insanlar, onları da beraberlerine aldılar. Ayrı ayrı yatlarda gidiyorlar. Ve bir gün Marmara’dan açıldılar, Çanakkale Boğazı’nı geçtiler. İstanbul halkı iki yakaya birikmiş, “Padişahım çok yaşa!” nidaları, çeşitli törenler arasında padişah uğurlandı.
Ama biraz geç kalmışlardı seyahat için. Fırtınalı dönem başlamıştı. Ege Denizi’nde fırtınalara mağlup… Denize çıktıktan sonra o gemiler o kadar sallanmaya başladı ki… Fırtınaya tutulmuş gemiler tabii böyle oradan oraya vuruyor insanları. Padişah güverteye çıktı, tutuna tutuna ve kaptana dedi ki: “Derhal durdur şunu!” Fırtınayı durdurmayı emrediyor. Osmanlı padişahı, öl deyince ölüyor, ol deyince oluyor yani. Hiçbir emrine karşı çıkılamaz. “Durdur şunu!” dediği zaman, yani adam ya fırtınayı durduracak… Durduramayacağına göre de belki kelle gidecek.
Onun üstüne doktorlarına yatıştırıcı bir şey yapıyorlar, iksir yapıyorlar, veriyorlar. Abdülaziz uyuyor. Uyandığı zaman da geçmiş oluyor fırtına. Gidiyorlar Messina Boğazı’na falan… Her geçtikleri ülkede saygı gösteriliyor tabii. Sonra Toulon Limanı’na kadar geliyorlar. Toulon Limanı’nda da düşünün o zaman Osmanlı padişahı geliyor diye hiç kimse görmemiş ki birbirini. Şehrin kadınlı erkekli bütün azzadeleri, halk, askerler falan herkes orada birikmişler. O kıyılarda bando çalıyor. Hatta Abdülaziz’in bestelerini çalıyor. Onun Batı tarzında besteleri vardır: barcarolle’ler, vals’ler bestelemiştir. Onları çalıyor.
Orada da top atışları, 101 pare… Çok canı sıkılıyor. “Dönün gidelim, bu ne yapıyor, bu gavur!” falan diyor. Ama neyse, Keçizâde onu gene ikna ediyor. Sonra oradan karşılanıyor ve trenle Paris’e gidiyorlar. Trenleri, demiryollarını ve geçtikleri bütün Fransa’nın ne kadar gelişmiş olduğunu görüyorlar.
Biliyorum. İlk duyduğunuzda kulağa hiç de doğru gelmiyor. “Türkiye’nin en büyük sorunu kültürdür. Diğer bütün dertler buradan kaynaklanıyor” dediğiniz zaman insanların çoğu inanmak istemiyor buna. Hele geçim derdiyle boğuşan, siyasetten umudunu kesmiş halk kitleleri böyle bir sözü duymak bile istemiyor. Dar gelirliler böyle de, sanki İstanbul’un bol paralı, yabancı dil bilen ve umur görmüş burjuvazisi farklı mı? Birkaç kişi hariç onlar da sorunların altındaki çarpık temeli, yani kültür yozlaşmasını göremiyor. Bazı kişilere de bıkıp usanmadan bunu anlatmak düşüyor.Öfke dolu, acımasız ve bu dünyayı kurtlar sofrası olarak gören, her an dişlerini göstermeye hazır, yaşadığımız bu suikastların faili olarak gördüğünüz gençlere benzer yüz binlerce kişi dolaşıyor aramızda. Belki kimi daha dengeli, daha iyi niyetli ama çoğu içinde potansiyel bir şiddet taşıyor. Her an eyleme dönüşebilecek bir şiddet. Yoksa bu ülkenin gençleri, bir meşin top o kaleye ya da bu kaleye girdi diye niye birbirini döner bıçaklarıyla doğrasın? Niye düşman ulusların askerleri gibi polis barikatlarıyla ayrılsınlar?Ne kadar görmezden gelirsek gelelim; bu yozlaşma bir gün aynayı yüzümüze tutacak! Bu gençlerin yetiştiği ortamı düşünün: Küçük yaştan başlayan sen erkeksin, sen yiğitsin, hadi göster oğlum pipini, hadi bir küfür et amcana sapıklıkları; kadınlara marazi bir tutku ve öfke karışımıyla bakan yaban bir erkek dünyası; nezakete, insancıllığa, kültüre hiç önem vermeyen, hatta bu değerleri aşağılayan nihilist bir ortam. Bu gibi suçlu gençlerin (daha önce adam öldürmüş olduğu kesin olduğu için bu ifadeyi kullanıyorum) hangi manevi çeşmelerden su içmiş olduğunu hiç merak ettiniz mi? Ben neredeyse adım gibi eminim; bu gençlerin ne okuduğunu, hangi TV programlarını izlediklerini ve en büyük kültür referansları olarak hangi tür müzik dinlediklerini iyi biliyorum. Ve giriştikleri eylemleri de bu ortamın doğal sonucu olarak görüyorum. Çünkü rüzgâr eken fırtına biçiyor.Bu ülkede toplum mühendisleri 70’li yıllarda “iti ite kırdırma” oyununu sahneye koydu ve beş bin genç öldürüldü. Demek ki toplum kendi bağrından beş bin genç katil çıkarıverdi. İşte bu kabul edilebilir bir şey değil. Mesela İsveç’te beş bin tenis oynayacak genç bulursunuz ama ne yaparsanız yapın, bu kadar katil genç toplayamazsınız. Oysa bizim gençlerimiz de aynı biyolojik yapıya sahip; genleri aynı. Aradaki tek fark kültür! Ve ne yazık ki İstanbul burjuvazisi, göçün yarattığı lumpen kültürünü yukarıya doğru çekeceğine, kendisi lumpenleşerek ve onların eğlence adı altında sergilenen rezilliklerine ortak olarak bu cangılı besliyor. Medyanın çoğunu da bu nihilizmin emrine veriyor. Ve okul defterine şiir yazan çocuğu senelerce içerde çürüten ama acımasız katilleri affedilmeye değer bulan zihniyet, bu ülkenin yurttaşları tarafından sonsuza dek lanetlensin! Not: Bu yazıyı 30 Ağustos 2001 tarihinde Üzeyir Garih’in ölüdürülmesi üzerine yazmıştım. Tekrar yayımlamaktan büyük bir acı duyuyorum ama ne yazık ki Türkiye’de hiçbir şey değişmiyor.Zülfü Livaneli26 Ocak 2007 Vatan Gazetesi
Ekrem İmamoğlu, Adalet ve Demokrasi
Zülfü Livaneli bu bölümden Yaşar Kemal'in efsane romanından uyarlayıp yönetmenliğini yaptığı Yer Demir Gök Bakır filminin hikayesini anlatıyor.
Tarih, Dil, Alevilik, Yaşar Kemal ve Edip Akbayram Üzerine
Livaneli bu bölümde Osmanlı hanedanın Rumeli ve Anadolu Beylerbeyliği arasındaki etkileşimi tarihsel bir perspektif ile ele alıyor.
Dostlarım, merhaba tekrar. Bugün sizinle biraz dertleşmek istiyorum.Bizim sevgili ve belalı ülkemizde gözden düşürme diye bir şey var. Gözden düşürme… Nerenin gözünden düşüreceksin? Elbette ki sarayın, padişahın gözünden. Çünkü kelle gidiyor! Bizdeki sözler zaten öyledir: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Niçin yani? Siyasete giren insan, “Ya devlet başa, ya kuzgun peşime konsun.” gibi bir mantıkla hareket etmek zorunda. “İki gömleğim var, biri idamlık, biri bayramlık.” falan…Yani ölümü göze almak! Çünkü yüzlerce yıl boyunca bizim hafızamıza kazınmış olan bir şey var: Eğer iktidar sahiplerinin gözünden düşersen, sonun fena. Bunun da, gözden düşmenin yollarından biri de iftira atmak.İftira o kadar kolay bir şey ki! “Ya şu şöyleymiş, bu da böyle demiş, bunun içinde böyle konuşuyormuş…” dediğin anda yayılabilir bu laf. Ve bir insanın canına da mal olabilir, itibarına da mal olabilir.Şimdi, sosyal medya döneminde bu daha da arttı. Eskiden derlerdi ki: “Elin ağzı torba değil ki büzesin.” Şimdi de sosyal medya torba değil ki büzesin!İstediğin şeyi söyleyebilirsin. Aklına gelen her türlü kötülüğü yayabilirsin. Bunlara cevap vermek de doğru bir şey değil. Çünkü bir kısmı da bunları meşhur olmak için yapıyor, gündeme gelmek için yapıyor.Böyle tanınmış birisine biraz suçlamalar yönelt… O da sana cevap verecek… Oh, polemik olup rahatlanır! Ben zaten polemikten, kavgadan hoşlanan biri değilim.Ama buna karşı bir tek tesellim var. O da Demirel’in bir sözü:“Allah, iftiranın yakışanından korusun!”Şimdi, bazı şeyler var ki yakışmıyor. Bana da yakışmıyor. Hayatım boyunca o kadar çok iftira yapıştırmaya çalıştılar ki… “Yok para meseleleri…” dediler. Baktılar, “Yok, adamın parası da yok, yaptığı bir şey de yok.”Bir ara hatta geldiler:“Efendim, kadın meseleleri…”E, o da yok! Ne bulacaksın? Sonuçta seçim döneminde, “Türkiye’nin aleyhinde konuştu, yurt dışında şöyle yaptı, teröristlerin arkadaşıydı, şuydu buydu…” falan.O, demokrasi mücadelesinden bahsediyorlar. Daha sonra da şahsi suçlamalar oluyor.Ben de hayretle dinliyorum, okuyorum. “Ya, nereden çıkarmış bu adam bunu?” diye. Ama gerek yok!Ama ne kadar önemli bir şey olduğunu ben… Yani 80 yaşıma yaklaştım. Gelecek yıl 80’e basacağım. Dolayısıyla benim için bir önemi yok.Ama gençler… Genç insanlar, çalışanlar, sadece emekleriyle, eserleriyle kendilerini ortaya koyanlar… Bunlar çok kırılıyor!Ben de zamanında çok kırılmıştım. Hatta bazı sanatçılar bu yüzden sanattan vazgeçti!Ben biliyorum, yüzlerce insan var böyle. Ya, öyle bir yazıyorlar, öyle bir hakaret ediyorlar ki…“Aman lanet olsun! Ben ne şarkı söyleyeyim, ne müzik yapayım, ne kitap yazayım… Gideyim kendi hayatımı yaşayayım, küçüleyim, küçüleyim…”Bu yüzden korkup giden çok insan tanıdım ben. Yetenekler böyle böyle kayboluyor.Çünkü nedense şöyle bir şey var:Bir insanın müzik yapması, resim yapması, beste yapması, heykel yapması… Sanki hakareti gerektiren bir şeymiş gibi!Aman Allah’ım! Ne hakaretler başlıyor o sitelerde falan…Oysa ya, yapıyor işte! Kendince bir şey yapmış, halkın önüne koymuş. Halk beğenirse beğenir, beğenmezse beğenmez!Sana ne oluyor kardeşim? Halkı illa “Bunu beğenme, bunu dinleme, bunu yapma, bundan hoşlanma!” diye yönlendirmek de neyin nesi?Sen kendi işini yap o zaman, değil mi? Sanatçılar bile birbirine yapıyor bunu! Onu da gördük maalesef.Dolayısıyla, bu iftira meselesinde dikkatli olmak lazım.Hem kendimizi korumamız gerekiyor, hem de genç sanatçıları korumamız gerekiyor.İnanın bana, ben çok küsen insan gördüm bu yüzden. Çünkü bir cehenneme düşüyor bir anda!Ve en yakındakiler bile düşman olmaya başlıyorlar artık.Bir de lütfen, sosyal medyada gördüğünüz anlatılanlara, yazılanlara hepsine birden inanmayın.Kişisel bir hıncı vardır, kompleksi vardır. Kim bilir neden dolayı bir kızgınlığı vardır. Ya da sadece gündeme gelmek istiyordur.Birisi kalkıp bir şey çıkarıyor, ben biliyorum.Yaşar Kemal, ne kadar sinirleniyordu…Meyveli ağacı taşlarlar lafı var ya…
Bir yazı yazdım son zamanlarda. Ama yazıyı okumayanlar için tabii ki bu programda da söz etmek isterim. Çünkü fikirler, benim fikirlerim her yerde paylaşmamız lazım.Elimizde telefonlar var. Bunların hafıza kartları var biliyorsunuz. Ve bazen doluyor. Dolduğu zaman da makine işlemez hale geliyor. Bilgisayar, telefon… Boşaltmamız, rahatlamamız ya da kapasite artırmamız gerekiyor. Şimdi, Türkiye’nin de bence hafıza kartı biraz doldu. Biraz değil, fazlaca doldu. Çünkü bizim gençliğimizde falan başka şeyler tartışılıp konuşulurken, birdenbire son 20 yıldır Türkiye inanılmaz bir tarih tartışmasına gömüldü.Tarihi de sadece araştırmak değil, tarihten kendine bir kök alıp, kendine bir dayanak bulup, birbiriyle çarpışmak, dövüşmek, siyasi iddialar ileri sürmek meselesine gömüldü. Bu çok doğru bir şey değil. Çünkü kapasite artmıyor. Malum, hepimiz biliyoruz. Kapasite artmıyor, azalıyor. Türkiye’de maalesef hem akademide hem halkta hem basında her yerde azalıyor. Dolayısıyla kapasite artırmadaki boşaltmamız lazım.Ne demek istiyorum bununla? Çünkü mesela, alalım Atatürk meselesi. “Mesele” diyorum çünkü mesele haline geldi Türkiye’de. Şimdi, bütün ülkelerin kurucu liderleri vardır. İşte, Amerika’da “founding fathers” dedikleri kurucu liderler, Benjamin Franklin ya da George Washington, Adams… Bunlarla kimse uğraşmaz. Çünkü o dönemde kalmış. İşte, anayasa yapmışlar falan, ona göre. Ama anayasada çeşitli revizyonlar tabii… Onun için hep amendment diye geçer, değişiklik diye geçer.Bizde de kurucu lider var. Kurucu kadro var. Bu kurucu kadronun son yıllarda tartışmaya açılmasının bir tek sebebi var. Bu da nedir? Vefat etmiş olan liderle uğraşmak. 1938’deki kurucuyla uğraşmak… Bunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şekliyle uğraşmak için yapıyorlar.Ve tabii ki, çoğuna ben bakıyorum, bu işi yapanların… Kadir Mısıroğlu gibi, Nazım el-Kıbrısi gibi… Birçok insan. İngiliz kaynaklı. İngiltere’den belgeler verilmiş. Belge de değil, birtakım çarpıtmalar verilmiş. Çünkü biliyorsunuz, İngilizler “Kemalizm” adını ilk kullanan insanlardır. Ve Kemalizmi, haydutlar anlamında kullanıyorlar. “Kemalist haydutlar” diyorlar. Çünkü Anadolu’da bir kurtuluş mücadelesi başlamış.E, bu oyunu bozmak demek. Çünkü her şey halledilmiş. Osmanlı küçücük bir alana sıkıştırılmış. Halifeyle de anlaşma yapılmış. Tamam, bundan sonra yani… Ve Anadolu paylaşılmış. İtalyan bölgesi, İngiliz bölgesi, Fransız bölgesi… Almanlarla birlikte yenildik.Bu durumda birdenbire bir hareket başlıyor. Bütün takati tükenmiş, ordusu terhis edilmiş, silahsızlandırılmış bir ülkede bir bağımsızlık hareketi başlıyor. Ve başında da bir isim var. Adını daha önce de duymadıkları bir general.İlk defa İngiliz belgelerinde nerede çıkıyor biliyor musunuz Mustafa Kemal adı? Çanakkale Harbi’nde… Arnold Toynbee geliyor. Aslında tarihçi ama aynı zamanda tabii hükümetine çalışan bir ajan. Yazdığı kitapta iki cümle geçiyor. Diyor ki:“Bu Mustafa Kemal diye bir isim duyuyorum son zamanlarda. İlginç bir adam. Araştırdım, baktım… Selanikli ama Yahudi değil.” gibi birtakım yorumlar yapıyor. “Namuslu bir adammış. Hiçbir yolsuzluğa bulaşmamış.” diyor.Ondan önceki kitaplara bakın. Montagu’nun, diğer büyükelçilerin falan Türkiye ile ilgili yazdıkları kitaplarda hiç Mustafa Kemal adı geçmiyor. Sadece Çanakkale’den sonra geçmeye başlıyor.Esas mesele ne biliyor musunuz? Mustafa Kemal’le uğraşmak değil. İki tane var çünkü Mustafa Kemal. Biri, o şahsı var. Vefat etmiş. Bir de onun temsil ettiği değerler var.Temsil ettiği değerler nedir? Üniter devlet, kadın hakları, laiklik, yeni alfabe, modernlik ve modern dünyayla bütünleşmek… İşte, uğraşılan şey bu.O kadar önemli ki bir türlü de kopmuyor, görüyorsunuz. Ve başaramıyorlar. Mustafa Kemal’i çekerseniz ve arkadaşlarını, kurucu ilkeleri çökertmiş olursunuz.Bunu okuyanlar bilirler, tekrar ediyorum diyecekler ama gene tekrar edeyim. Benim görüşlerim değişmedi. Hep derim ki:Türkiye’de siyasi mücadele var zannediyoruz. Ama aslında rejim mücadelesi var.
Dostlarım, ben polemikten hiç hoşlanmam, kavgadan hiç hoşlanmam. Sokakta kavga, yumruk yumruğa hiç dövüşmeden hayatım geçti. Öyle bir şey olmadı. Polemiklerden de hoşlanmam; insanların klavyelerinin arkasına geçip birbirlerini atması, tutması, sövmesi falan hoş bir şey değil. Çünkü kavga ortamında yaşayan insan, o kavgadan galip de çıksa, mağlup da çıksa yine aynı şartları yaşamış olur. Hayat çekilmez hale gelir. Zaten hayat kısa, zaten hastalıklar, geçim sıkıntıları, herkesin dertleri var. Niye birbirimize daha da yük olalım diye düşünürüm. Ama kişilerle uğraşmadığım halde, fikirlerle uğraşmam gerekiyor bazen. Çünkü yanlış fikirler topluma empoze ediliyor. Ben de bunları gördüğümde gerçekten dayanamıyorum.Bunlardan bir tanesi, bazı aydınların –tırnak içinde aydınların– halkı ve halk kültürünü küçümsemesi. “Neşet Ertaş’ı tanımam, ben onu dinlemem, bilmem” falan… Kişi önemli değil. Ama böyle düşünen insanlar vardır, tek bir kişi de değildir bu. Ama bakın, halk kültürü dediğiniz öyle kolay kolay vazgeçilecek bir şey değil. Bu halk kültürünün temelinde, Türkiye gibi bir coğrafyada, Anadolu coğrafyasında, Asya Minör’de bunun ta altına gittiğiniz zaman Homeros var, Dede Korkut var, diğerleri var. Tabii en eski Homeros var. Homeros, “İlyada”yı burada yazdı, söyledi daha doğrusu. Bu, altı heceli “hexameter” denilen bir şiir biçimidir ki bizim âşıklara kadar gelmiştir. Bu bizim âşıklarda bu hexameter şiir söyleyerek dolaşmışlardır.Bir ara Cemal Süreya “folklor sanata düşman” diye bir tartışma başlatmıştı. O da bence doğru değildi. Çünkü folklor evet, folklor kalıpları; yani işte “elinde bardak, üstünde çardak, yeşil başlı ördek” falan. Bu kalıplara girerseniz, evet sanat pek üretilemez, o doğru. Ama bizim büyük halkın, yazılı olmayan, sözlü kültürle binlerce yıl taşıdığı, en azından bin yıl taşıdığı ve bize kadar getirdiği bu kültür, büyük bir kültürdür. Ve şairler yetiştirmiştir. Bu şairler, kendi seslerini bulmuş, kendi kelimelerini bulmuş ve kendi tarzlarında yazan, kişilikleri belli olan büyük şairlerdir. Dünyanın büyük şairleri…Şimdi size bazı örnekler vereceğim. Mesela Karacaoğlan, dünyanın en büyük aşk ve doğa şairidir bana göre. Elimden geldiğince bildiğim yabancı dillerde şiir okurum, meraklıyım şiire. Bakıyorum, bu Karacaoğlan’da olan bazı kavramları, bazı deyimleri bulamıyorum başka yerde. Sadece ses olarak değil tabii; ses olarak müthiş. “Sarı çiçek sarvan kurup oturmuş.” Şimdi bunu çevirmek de mümkün değil. Bu dil özelliği tamam, ama bir de herhangi bir dile çevirirseniz, anlamı ve güzelliği kaybolmayacak şiirler var. Mesela diyor ki: “Çukurova bayramlığın giyerken, üzerinden çıplaklığın soyarken.” Çıplaklığı soymak kavramı var mı dünyada? Baktım, bir sürü yere baktım, yok. Yok, gerçekten yok. Çıplaklığı soymak…Sonra bir ironik şiir: “Ürüyen geldim, yine ürüyen giderim. Ölmemeye elde fermanım mı var? Azrail gelmiş de can talep eyler, benim can vermeye dermanım mı var?” Nasıl bir hoş ironi var burada? Nasıl bir sevimli anlatı var? Azrail diyor ki: “Ya benim can vermeye dermanım yok, sen biraz uzak git.” Şimdi bu şairler çok büyük şairler. Âşık Veysel zaten zamanının büyük aydınları tarafından, İstanbul’da Eyüboğlu Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yaşar Kemal ve diğer büyük şairler tarafından çok büyük bir saygıyla karşılanırdı. Şiir antolojilerinde şiirleri yayınlanırdı. Biz de hep görüşürdük, büyük bir şairdi. Folklor değil de onun yaptığı… Sonunda öyle bir noktaya geliyoruz ki, bu kadar büyük şairlerin yazdığı şiirleri küçümseme noktasına gelemeyiz.Neşet Ertaş benim büyük dostumdu. Onun söylediği türküler zaten bin yıldır söyleniyor. Bin yıldır o türküleri söyleyerek getirmiş birisi. Kolay mı? “Evvelim sen oldun, ahirim sensin.” Bunu söylemek ve bu kadar yürek yakıcı bir nitelikle söylemek… Babası Muharrem Ertaş, Çekiç Ali… Bütün Anadolu’nun her yerinde büyük âşıklar… Kütahya’da Hisarlı Ahmet, Ege’de Zeybekler, Dengbêjler…...