“Ey ademoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için ama israf etmeyin. Çünkü O; israf edenleri sevmez.” (A’raf 31)“De ki: Allah´ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” A’raf 32"Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." (İsra 27)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cahiliyye Arap kabileleri, Kabe'yi çırılçıplak olarak tavaf ederlerdi. Bunu, erkekleri gündüz, kadınları da geceleyin yaparlardı. Minâ'da mescide, ibadet ettikleri yere geldiklerinde, elbiselerini tamamen çıkararak, o yere çırılçıplak girer ve "Biz, içinde (giyinik iken) günah işlediğimiz elbiselerle tavaf (ibadet) etmeyiz" derlerdi. Bazıları da şöyle derlerdi: "Biz bunu, uğur sayarak yapıyoruz. Elbiselerimizi soyup attığımız gibi, günahlarımızdan da soyunup kurtulmuş oluyoruz." Onlar elbiseleri ile ibadet ediyor, yaşayacak kadar yiyor, et ve iç yağı yemiyorlardı. Bundan dolayı, müslümanlar, "Ya Resûlallah, bizim böyle yapmamız daha münasiptir" deyince, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu, "Elbiselerinizi giyiniz, et ve iç yağı yiyiniz, (içilecek şeyleri) içiniz, ama israf etmeyiniz" demektir.Ayetteki "Zînetinizi alın"sözü, bir emirdir. Emrin zahiri vücûb (farziyyet) ifade eder. Dolayısiyle bu, her namaz kılındığında setr-i avretin vacib olduğunu gösterir.Bu, Ebu Bekr el-Esam'ın görüşüdür. Buna göre ayette bahsedilen israftan murad, cahiliyye Araplarının "bahire" ve "sâibe" gibi hayvanları haram saymalarıdır. Çünkü onlar o hayvanları, mülkiyetlerinden çıkarıyor ve onlardan istifade etmiyorlardı. Yine onlar hacc yaparlarken, Allah'ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri haram sayıyorlardı. İşte bu da israftır.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bu cümle, tehdidin doruk noktasını ifade eder. Zira, Allah'ın sevmediği herkes, sevabtan mahrum olarak kalır. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona mükâfatını ve sevabını ulaştırarak vermesi demektir. O halde, bu sevginin olmaması, sevabın ve mükâfatın olmaması demektir. Her ne zaman sevab bulunmazsa, orada ceza söz konusu demektir.Bu, bütün zînet çeşitlerini içine alan bir kelimedir. Böylece, ayette bahsedilen zînetin hükmüne, her türlü süsleme çeşitleri, bedeni her türlü şeyden temizleme, binecek şeyler ve her türlü takı çeşitleri dahil olur. Çünkü, bütün bunların hepsi bir zînettir. Eğer erkeklere, altın ve ipeğin haram olduğu hususunda bir nass (hadis) bulunmasaydı, bunlar da bu umûmî ifadenin hükmüne dahil olurlardı.Yine, ayette bahsedilen "temiz ve hoş rızıklar..." ifadesinin kapsamına, her türlü yiyecek ve içeceklerden leziz ve iştah çekici olanları girdiği gibi, aynı şekilde bunun hükmüne kadınlar ve güzel kokulardan faydalanmak da dahildir. Osman İbn Maz'ûn'dan rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Nefsimin bana telkini, kendimi hadım etmeme karar verme hususunda bana üstün geldi..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Yavaş ol, ey Osman! Benim ümmetimin hadımlığı, oruçtur" buyurdu. Bunun üzerine Osman, "Nefsim bana, ruhban olmamı telkin ediyor" dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber, "Benim ümmetimin ruhbanlığı, namaz vaktini beklemek için, mescidlerde beklemektir" buyurdu. O, "Nefsim bana, yeryüzünde seyahat etmemi telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber "Benim ümmetimin seyahati, savaşmak, hacc ve umre yapmaktır"; O, "Nefsim bana, malik olduğum bütün şeyi elden çıkarmamı telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber, "(Bu hususta) evla olan, senin, kendin ve çoluk çocuğuna harcaman, yetim ve yoksula acıman ve onlara bundan daha iyisini vermendir." O, "Nefsim bana, eşimle cima etmememi telkin ediyor" deyince,
Bu mektûb, molla Sâdık-ı Kâbilîye yazılmışdır. Kendini kavuşmuş sanan, bir şey elde edemez. Büyüklerin rûhlarından fâidelenmeğe aldanmamalıdır. Onlar, kendi üstâdının latîfeleridir:“İki mektûbunuz arka arkaya geldi. Birinci mektûb, kavuşduğunuzu, doyduğunuzu bildiriyordu. İkincisi, susuzluğunuzu, boşluğunuzu anlatıyordu. Allahü teâlâya hamd olsun! Çünki her işin sonuna bakılır. Kendini doymuş sanan, birşeye kavuşmamışdır. Kendini boş, uzak sanan, kavuşmuş demekdir. Size arka arkaya bildirmişdim ki, büyüklerin rûhlarının zâhir olmasına, onların yardım etmelerine, sakın aldanmamalıdır.O büyüklerin sûretleri, kendi üstâdınızın latîfeleridir. O şekillerde görünmekdedir. Tek bir yere bağlanmak şartdır. Çeşidli yerlere bağlanan, birşey kazanmaz, zarar eder. Size çok söylemişdim ki, sona çabuk kavuşmak için, işe, vazîfeye sıkı sarılmalıdır. Lâzım olan şeyleri bırakarak, lüzûmsuz şeylerle uğraşmak, akla uygun değildir. Fekat siz, kendi görüşünüze uyuyorsunuz. Söz dinlemiyorsunuz. Siz bilirsiniz! Habercinin vazîfesi ancak bildirmekdir.”149.Bu mektûb, yine molla Sâdık-ı Kâbilîye yazılmışdır. Allahü teâlâ herşeyi sebeble yaratmakda ise de, belli bir sebebe bağlanmak lâzım olmadığı bildirilmekdedir:“Kardeşim molla Muhammed Sâdık! Bütün varlığınızla sebeblere bağlandığınıza şaşılır. Sebebleri yaratan “teâlâ ve tekaddes”, herşeyi sebeblerle yaratmakda ise de, herşey için belli bir sebebe yapışmak doğru değildir.Mısra tercemesi: Bir kapı kapanırsa, üzülme ey gönül, başkası açılır!Bu kısa görüşlülük, çok uygunsuz kimselerde bulunur. Sizin gibilerde bu hâli görmek pek çirkindir. Biraz kendinize geliniz! Bu kötülüğün derecesini anlayınız! Hem müttekî olmak, hem de Allahü teâlânın sevmediği şeylerin peşinde koşmak, çok çirkin bir işdir. Bu çirkinliğin, sizin gözünüze güzel görünmesine pek şaşılır. Çok lâzım olan şeyleri, ihtiyâcı giderecek kadar elde etmek için çalışmalıdır. Bütün vaktleri oraya vermek ve bütün ömrü onun arkasında geçirmek, tâm bir ahmaklıkdır. Fırsatın kıymetini biliniz! Bu fırsatı, sonu gelmez, lüzûmsuz şeyleri elde etmek için kaçıranlara binlerle yazıklar olsun! Mektûblaşmamız lâzımdır. Habercinin vazîfesi, yalnız haber vermekdir. İnsanların dedi-kodularına aldırmayın! Buna üzülmeyiniz! Size sürmek istedikleri lekeler, sizde bulunmadığı için, üzülmeniz doğru değildir. Herkesin kötülediği bir kimsenin iyi olması, çok büyük se’âdetdir. Fekat, bunun aksi olursa, çok tehlükelidir. Vesselâm.”"İnsanlar için hak yolunu kapatan beş şey vardır:Cahillikten rahatsız olmamak, dünya hırsı, cimrilik, amelde riya, kendi fikrini beğenmek." Hz. Ali ra.Şeytan taşlamaktan tavaf yapamıyoruz! Başarı, en iyi intikamdır.Yiğit 1000 gün yaşar fırsat bir gün düşerKorkularının üstüne git! Agresif ol ve yüzleş onlarla. Sert saldır! Vücudunda bir yer tutulup ağrıdığında, masör kişi o bölgeye sert bir masaj yapar, ödeme dönüşmüş olan kas yapını yumuşatır ve ağrı biter.Hasan-ı Basrî "rahmetullahi aleyh" hazretlerinin talebeleri, şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek; "Yâ Şeyh! Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. "Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak." diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor." dediler.Hasan-ı Basrî hazretleri gülümseyerek buyurdu ki: "Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet eti. Dedi ki: "Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Hak teâlâ beni huzûrundan kovduğu zaman, dünyâyı ve Cehennem'i bana mülk kıldı. Cennet'i ve kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine vermiyorum." dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünyâyı terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın."Bu nasîhatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan ayrıldılar.4 şeytanı tanımadan Allah dostu olamazsın. İblis, nefis, daha kötüsü kötü arkadaş, daha kötüsü kötü din adamı.Kol saatını dusurursen ne olur? Zamannn!
“Peygamberlerin, sıddıkların ve salihlerin geniş ve doğru yoluna nasıl girilir? Dünya âhirete perdedir. Ahirete dalmaksa dünya ve öbür âlemin sahibine perdedir. Yaratılmışlara dalmak, Yaratan'dan ayırır. Hangi yaratılmışa gönül kaptırırsan, ruh pencerene perde çekmiş olursun. Halka [yaratıklara] bakma. Dünyaya, kalpten sevgi gösterme. Hakk’tan gayri şeylere iltifat etme, onun kapısına varıncaya kadar böyle devam et. Sır adımlarını aç. Zühd hâlini geliştir. Her kötü histen soyun. O'nun varlığında hayran ol. O'ndan yardım iste. O’na sığın., O’na bak. Geçmişteki İlâhî bilginin hükmünü gözet. Kalbini O’na vardırmaya çabala. Sırrını O’na ilet, bunu gerçekleştirdiğin an, O’nun yakınlık eli seni tutar, kendine çeker. Yeni hayatla tevhid verir ve kalpler üzerine sultan olursun. Kalp âlemi tüm emrini senden alır. Hastalığı olursa şifasını sen verirsin, işte bundan sonra dünyaya bakman caiz olur. Bu üstün hâlleri benliğinde topla, sonra dünyaya dön...Velayet hâlinin işareti vardır; o işaretler velîlerin yüzlerinden okunur. Onu anlayış sahipleri sezer. O işaretler velayet hâlini anlatmaya yeter; dile ne hacet...Ruh esenliği dileyen, nefsini atsın... Malını kalbine koymasın... Neyi varsa Hak uğruna harcasın. Hamurdan ve sütten kıl alırcasına dünyayı iç âleminden atsın. Âhireti de aynı şekilde yapsın. Hakk'ın gayri şeylerden üryan olsun, işte o zaman her şeyin hakkı verilir. Dünya ve âhiretten gelecek şeyler gelir. Sen onların peşine koşmazsın. Dünya, yerinde otururken yanaşma; onu ayağa kaldır. Tepsiyi başı üstüne aldır; sonra al ye! Hakk’ın kapısına durana böyle hizmet edilir; çünkü büyüktür. Nefis, önünde el pençe divan duranı zelil eder, perişan eder. Nefse hâkim olanların hemen hepsi, istiğna sahibidir. Nefse ihtiyaç arz etmekten beridirler.İman yolcuları dünyayı yitirmeye gönüllüdür. Allah’tan her zaman hoşnut olurlar. Allah onlardan razı olduktan sonra âhiret onlara göre hiçtir. Onlar Allah'tan, Allah'ı talep ederler. Dünyalık şeylerin taksimli olduğunu bilirler; bu sebeple ona kalplerini kaptırmaktan vareste olurlar. Öbür âlemde vaad olunan cennet ve nimetlerin, sahipleri için ayrılmış olduğunu bildiklerinden onun da peşine düşmezler. İşleri O'nun içindir; O'nun zatından öteye bir talep sahibi değillerdir.Faraza onlar bir gün cennete girseler. Hak nurunu göremeyince hiçbir yere bakmazlar. Kalbinde maddî varlıklar besleyen, yalnız kalmayı ve huzura dalmayı elde edebilir mi?.. Halkı ve sebepleri tesirsiz görmeyen, peygamber kervanına katılamaz. O büyük zincire halka olamaz; olmak dileyen azla yetinmeli. Çoğu, kader eline bırakmalı. Dünyalığın azı da yeter. Çok malın olsa, çok mu yiyeceğini sanıyorsun? Rahat mı bulacağını ümit ediyorsun?..Çok şeyleri bulmak için taarruza geçme; yıkılırsın. Çok mal istenmeden gelirse iyi olur. Onun saklanması da kolaydır. Giderse üzülmezsin. Gece sabahlara kadar mal hesap edip uykunu kaçırmazsın, rahatın bozulmaz.Hasan-ı Basrî (Allah ondan razı olsun) şöyle der: “İnsanlara sözünle ve işinle öğüt ver.”Ey vaiz, iç âlemin temizliği ile insanlara öğüt ver. Kalbini nurlandır. Ve onun nuru ile halka nasihat et. İçin kirli olduğu zaman dışın süsü ile onlara öğüt vermeye kalkma. İman sahiplerinin kalbi yaratılmadan imanları yazıldı. Bu geçmişin bilgisidir. Bunun üzerinde durmak caiz değildir. Ona dayanarak hüküm yürütmek doğru olmaz.Kalplerimiz iman nuruna ermek için gayretli olursa, Rabbimiz bize onu verir. Dilerse, çalışmadan da... O bizim çalışma ve yorulma hâlimize acır ve nurunu nasip eder. Utanmaz mısınız; nasıl tevil eder, tebdile uğraşırsınız?.. Mevlâ, zâtını vasfetmiş; onu başkası ile değiştirmek sizin ne haddinize?.. Sizden önce gelen sahabeye ve onlara uyanlara yeten bir din, size nasıl yetmiyor? Aziz ve Celil olan Rabbimiz, yaratıcılık sıfatını Arş'da yerleştirmiştir. Bunun şekli ve benzeri yoktur; yokluğu da iddia edilemez.
Dünyayı kurtarmak için iyiliği emret! - Tevbe 71 tefsiri / Kerem Önder
Bu mektûb, Muhammed Ma’sûm-i Kâbilîye yazılmışdır. Sevenlerin sıkıntılara, üzüntülere dayanmaları lâzım geldiği bildirilmekdedir:“Fakîrleri seven kardeşim! Kalbinde sevgi taşıyanların sıkıntı ve üzüntü çekmeleri lâzımdır. Dervîşliği seçenlerin dertlere, sıkıntılara alışması lâzımdır.Fârisî beyt tercemesi: Seni sevmek, dert ve gam tatmak içindir, Yoksa, râhat etdirecek şeyler çokdur.Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkdadır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Sükûnet bulması çırpınmakdadır. Râhatı, yaralı olmakdadır. Bu yolda istirâhat aramak, kendini sıkıntıya atmakdır. Bütün varlığını sevgiliye vermek, ondan gelen herşeyi seve seve kapmak acısını, ekşisini, kaşları çatmadan almak lâzımdır. Aşk içinde yaşamak böyle olur. Elinizden geldiği kadar böyle olunuz! Yoksa, gevşeklik hâsıl olur. Sizin çalışmanız iyi idi. Bunun dahâ artmasını beklerken, azalıverdi. Fekat üzülmeyiniz. Eğer, kendinizi bu duraklamadan kurtarırsanız, eskisinden dahâ iyi olur. Sizi bu dağınıklığa sürükleyen şeylerin, toparlanmanıza da sebeb olacaklarını biliniz! Böylece, çalışmanız artar. Vesselâm.”146.“Oğlum Şerefeddîn Hüseynin mektûbu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, fakîrleri hâtırlamakla şereflenmekdesiniz. Aldığınız vazîfeyi çok yaparak zemânlarınızı kıymetlendiriniz! Fırsatı elden kaçırmayınız. Geçici olan şânlar, şerefler sizi aldatmasın. Dünyâ lezzetleri, hakîkî lezzetlerden mahrûm etmesin.Fârisî beyt tercemesi:Sana söyliyeceğim hep şudur: Çocuksun, yol ise korkuludur.Allahü teâlâ, bir kulunu gençlikde tevbe etmeğe kavuşdurursa ve bu tevbesini bozmakdan korursa, ne büyük ni’met olur. Diyebilirim ki, bütün dünyâ ni’metleri ve lezzetleri, bu ni’metin yanında, büyük deniz yanındaki bir damla su gibidir. Çünki bu ni’met, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşdurur. Bu ise, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin hepsinin üstündedir. Âl-i İmrân sûresinin onbeşinci ve Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, “Allah’ın râzı olması nimeti dahâ büyüktür” buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâya “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” uymakla şereflenenlere selâm olsun!” RabbaniSahabîlerden biri şöyle dedi: Bir gün Peygamberimiz, aramızda gülüşürken çıkagelmişti. Bize, “Cehennem ardınızdayken nasıl gülersiniz? Vallahi, sizi gülerken görmemeliyim!" dedi ve yüzünü dönerek giti. Sanki başlarımıza birer kartal konmuş gibi olmuştuk. Fakat, az sonra yanımıza gelerek şu müjdeyi verdi: "Biraz önce Cebrail gelerek bana şöyle dedi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Niçin kullarımın ümidini rahmetimden kesiyorsun? Kullarıma Benim affedici ve merhametli olduğumu, bunun yanında azabımın da ağır olduğunu bildir."ّدَاصرملابلّكَ برّنَ اBütün peygamberlerin ortak nasihati. Utanmadıktan sonra dilediğini yap.İyilikte kötülükte bulaşıcıdır."İnsanlar için hak yolunu kapatan beş şey vardır:Cahillikten rahatsız olmamak, dünya hırsı, cimrilik, amelde riya, kendi fikrini beğenmek." Hz. Ali ra.Bir vehabi yazdı sen ölünce cenaze namazına asla gelmicem. Hiç cevap vermem ama buna yazdım: Benim cenaze namazıma 1000 Peygamber gelecek, sen eksik kal nolur.“Güneşin Görevi Işık Saçmaktır! Yarasalar Rahatsız oluyor Diye, Güneş Bu Görevinden Vazgeçecek Değil Ya!” Şems-i TebriziŞeytan taşlamaktan tavaf yapamıyoruz!Başarı, en iyi intikamdır.Yiğit 1000 gün yaşar fırsat bir gün düşerBereket diye bişey var İslam’da. Kurtuluş savaşında Yunan nüfusu 10 milyon; Türkiye 10 milyon. Yıl 2025. Yunan yine 10 milyon; Türkiye 85 milyon.Korkularının üstüne git! Agresif ol ve yüzleş onlarla. Sert saldır! Vücudunda bir yer tutulup ağrıdığında, masör kişi o bölgeye sert bir masaj yapar, ödeme dönüşmüş olan kas yapını yumuşatır ve ağrı biter.Mülk Allahındır yazıyo apartmanda. Altında sahibinden satılık yazısı var!“Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 46)
“Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Şüphesiz, Allah’ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.” (A’raf 56)“Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19)“Allah’ın yüz rahmeti vardır; bunlardan bir rahmeti yeryüzü halkı arasında paylaşmış ki, onların ecelleri gelene kadar (hayatları boyunca) onlara kâfi gelir. Rahmetin doksan dokuz kısmını ise kıyamet günü evliyaları, dostları için saklamıştır.” (Buharî, Rikak,19; Müslim, Tevbe, 18-21)“Eğer kâfir, Allah’ın katındaki rahmeti kavrayabilse, asla cennetten ümidini kesmez” (Buhari, Rikak 19)"Yeryüzünde, o iyi hale getirildikten sonra da, bozukluk çıkarmayın" buyruğunun manası, "Yeryüzünde hiçbir surette fesatçılık etmeyin" şeklindedir ki, buna öldürmek veya uzuvları kesip koparmak suretiyle nefisleri, canları; gasb, hırsızlık ve çok çeşitli hilelerle malları; küfür ve bid´at ile dinleri; zina ve livataya yönelme ve iftirada bulunma sebebiyle nesebleri ve sarhoş edici şeyler sebebiyle de akılları bozup ifsat etmekten men etmek girer. Bu böyledir, çünkü dünyada muteber olan menfaatler beş tanedir: Can, mal, neseb, din ve akıl. Buna göre Cenâb-ı Hakk´ın, "bozukluk çıkarmayın" yasağı fesatçılık etmenin mahiyetini varlık âlemine sokmaktan mendir. Kötülük çıkarmanın mahiyetini varlık âlemine sokmaktan men etmek ise, onun her çeşidini yasaklamayı gerektirir. Öyleyse buradaki men, bu beş kısımda da bozukluk çıkarmaktan men etmeyi de içine alır.Allah Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ve hükümleri açıklamak suretiyle yeryüzünü iyi hale getirdiğimde, sizler bu hükümlere boyun eğin, peygamberleri yalanlamaya, kitapları inkâr etmeye ve hükümleri kabulden yüz çevirmeye yeltenmeyin! Çünkü bu, yeryüzünde fitne ve karışıklıkların vuku bulmasına, böylece de, ıslâh etmeden sonra bozukluğun ortaya çıkmasına yol açar.Bu duanın kabul edilmesi için, muteber olan bazı şartlar içinde bir kusur ve hataya düşme korkusu ile, Allah´a dua edin. Bu şartların tamamıyla yerine getirilebilmesi İçin de, O´na umarak dua edin.Kulun, kat´î ve kesin olarak, duanın kabul edilebilmesi için, gerekli ve muteber olan şartların tamamını yerine getirmiş olması mümkün değildir. İşte bundan ötürü kulun kalbinde bir korku (endişe) bulunur. Yine kul, bu şartların tam bulunmamış olduğunu da kesin olarak bilemez, işte bundan dolayı da onun, duasının mutlaka kabul edileceğini umması gerekir. Yine deriz ki: Dua eden kimse, ancak böyle olduğu zaman, gerçek manada dua etmiş olur. Buna göre Ayetteki "O´na korkarak ve umarak dua edin" buyruğu "Nefsinizde (gönlünüzde), bütün amellerinizde korku ile ümidi birleştirmiş olarak dua ediniz ve bütün gayretinizle çaba sarfetmiş olsanız bile, Rabbinizin hakkını yerine getirmiş olduğunuzu da katî olarak söylemeyiniz" demektir. Bu "Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri korku ile çarparak, (zekatlarını) verenler..." (Mü´min, 60) âyeti ile te´kid edilir.Allah´a iman eden ve tevhid ile nübüvveti ikrar eden (kabul eden) herkes, "muhsin"dir. Bunun delili şudur: Çocuk bir kuşluk vakti buluğa erdiğinde Allah´a, peygamberine ve ahiret gününe iman etse, ama öğle (namazı) vaktine ulaşamadan ölse, ümmet-i Muhammed, onun, "İyi iş, güzel amel yapanlara (muhsin olanlara), daha güzel iyilik vardır" {Yunus, 26) âyetinin hükmüne girdiği hususunda itifak etmişlerdir. Malumdur ki, bu şahıs marifet ve ikrarın dışında, başka bir tâat işlememiştir. Çünkü o, sabah vaktinden sonra buluğa erdiği için, ona sabah namazı farz olmamıştır. Öğlen vaktinden önce de öldüğü için, ona öğle namazı da farz olmamıştır. Görünen odur ki, diğer ibadetler de ona vacib olmamıştır.
“Ey şu beldenin halkı, sizde nifak çoğaldı; ihlâs azaldı. Sözler çok, fakat onlara uygun iş yok. İşi olmayan söz, hiçbir şeye yaramaz. Sahibine felâket getirir, kurtuluş getirmez. Önüne iş gelmeyen söz, kapısız eve benzer; merdivensiz binadır. İçinden iyilik geçmeyen hazineye benzer. Amelsiz söz, kuru dâvadan ibaretir. Boş söz, ruhsuz kalıba benzer, o bir put gibidir. Ayağı yoktur, eli yoktur, bir şey tutamaz. Yaptıklarının çoğu ruhsuzdur. İşlerin ruhu ihlâs, tevhid ve Allah'ın kitabına yapışmaktır. Peygamberin (S.A.) âdetlerine uymaktır. Gafil olmayınız. Şu anda yaptığınız kötülükleri iyiliğe çeviriniz; isabet olur. Emirlere uyunuz. Yasakları bırakınız; kader karşısında uysallık gösteriniz.Size gelen belâ Allah yolcularına da gelir. Onların bir kısmı sabreder. Diğer kısmı sabrı da bırakır. Kendinden geçer. Belâdan darlanmak iman zayıflığındandır. O anda iman çocuktur. Belâ zamanı sabretmek, imanın gençlik çağıdır. Belâ geldiği zaman, kaderin bir icabı bilip uymak imanın yetişkin çağıdır. Belânın getirdiği bütün hâllere razı olmak, Hak ilmine ermekten, O'na yakınlıktan İleri gelir. Kalp ve sır Hakk'a yakın olduğu zaman belânın hiçbir şeyi dokunmaz. Bu durum, müşahede ve hâl dili ile konuşma âlemidir. İman sahibi iç âlemini dış varlığına ve yaratılmış bütün varını Hakk'a iletir. Mevlâ katında bütün varlığını eritir. Mevlâ dilerse onu tekrar halka gönderir. Dağınık işlerini bir araya getirir. Kıyamet günü halkın cesedini diriltiği gibi onun dağınık hâllerini de toparlar.Sevginin şartı, sevilene karşı irade sahibi olmamaktır ve onu değil, dünyayı, âhireti ve halka dair cümle şeyi bırakmaktır. Allah sevgisi kolay değildir. O iddia ile olmaz. Sizden herhangi biri bu hususta iddia sahibi olursa, sevgiden uzaktır. Birçok iddia sahibi olmayanlar vardır ki, Hak katında mekân tutmuştur.İslâm dinine girmiş olanlardan hiçbirini hakir görmeyiniz. Hak sırrı onlarda boldur. Nefislerinizi, onlara karşı tevazua alıştırınız. Allah’ın kullarına büyüklük satmayınız. Gaflet hâlinden uyanınız. Siz büyük bir gaflet içindesiniz: Sanki hesabınız görülmüş, sıratı geçmişsiniz ve cennetteki yerinizi görmüşsünüz!.. Bu aldanış nedendir? Her birinizin Allah'a karşı çok isyanı vardır. Bu isyandan kimse tevbe etmiyor ve hâlini düşünmüyor, öyle sanıyor ki, hataları unutuldu. Halbuki, yerine ve tarihine göre onlar defterinize yazılıdır. Onların azı da çoğu da sorulacak, ona göre ceza veya mükâfat verilecek.Ayılınız, ey gafiller! Uyanınız, ey uykudakiler! İlâhî rahmete varlığınızı atınız. Bir kimsenin hatası çoğalırsa onun hâli fenadır. Bunlar üzerinde ısrar ederse küfre gidebilir. Yaptığına pişmanlık duymayanın sonu acı gelir. İşini derlemeyecek olursa sonundan korkulur.Yazık sana, ana karnında seni kim besledi, biliyor musun? O hâlde iken sen neydin, şimdi nesin? Kendi varlığına ve halka dayanmaktasın. Parana ve puluna itimat ediyorsun. Ticaret işindeki bilgine güvenmektesin. Bölgenin şahı, bugün var, yarın yok olabilir, ona güvenmek akıl kârı değil; sen, ona güvenmektesin. Allah’tan başka her kime itimat edersen o senin ilâhın olur. Her kimden korkuyorsan, ona tapıyorsun demektir. Her kimden, iyilik ve zararı görüyorsan onların asıl yürütücüsü olana inanmıyorsun, küfürdesin ve onlar sana ilâh oluyor...Ey Allah'ın yaratmış olduğu kimseler, tevbe ediniz. Benden bir şey saklayamazsınız. Malınızı nasıl kazandığınızı saklamış olsanız, onun helâl veya haram olduğunu anlarım. Eğer sadaka verirseniz, fakir kimselere mal dağıtırsanız, yavrularınıza bol yedirirseniz, o malınız helâldir. Aksi, oluyorsa değildir, doğru kimselere ve seçme insanlara malınız nasip oluyorsa; onun aslı tevekkül ve ihlâsla kazanılmış demektir.
“O (rüzgâr), Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Nitekim (o kasırga gelince) onların evlerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız.” Ahkaf 25 “Mekkeliler, dünya lezzetlerine gömülmüş oldukları ve onlar peşinde gezmeleri sebebiyle, bu delillerden yûz çevirip, bunlara iltifat etmeyince, haklarında, "Kâfirler, cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri gün denilir ki: "Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz" buyurmuştur. Durum böyle olunca da, Âd kavminin, malca, kudretçe ve makamca Mekkelilerden daha ileri olduklarını, buna rağmen küfürlerinin uğursuzluğu sebebiyle, bu azabın kendilerine musallat kılındığını beyân etmiş ve bu kıssayı, Mekkeliler ibret alıp, elde ettikleri dünyalıklarla aldanmayı bıraksınlar ve dini elde etmeye yönelsinler diye zikretmiştir. "Ey Muhammed, kavmim Mekkelilere, Hûd (a.s)´dan bahset. Çünkü Hûd, kavmini, iman etmezlerse, Allah´ın azabının geleceğini söyleyerek ikaz etmişti" demektir. "O halde şimdi, eğer vaadinde doğru isen, müşrik olduğumuz için başımıza gelecek diye bizi tehdid ettiğin o şeyi getir." İşte bu noktada Hud (a.s), "Bunun bilgisi ancak Allah katındadır" demiştir. Hûd (a.s)´un bu sözü, onların, "O halde şimdi, bizi tehdid ettiğin o şeyi getir" şeklindeki sözlerine cevap olmaya elverişli bir sözdür. Çünkü onların bu sözleri, o azabın hemen gelmesini istemektir. İşte bundan dolayı Hûd (a.s) onlara, "bu azabın ne zaman olacağı hususundaki bilgi bende değildir. Bunun bilgisi ancak Allah katındadır. Ben size, benimle gönderilen mesajı size tebliğ ediyorum. Bu da sizi o azabtan sakındırmak, o azab hususunda ikaz etmektir. Fakat o azabın ne zaman olacağı bilgisini Allah bana vahyetmedi. Ne var ki ben sizi, câhil bir toplum olarak görüyorum" dedi. Farzedelİm ki benim doğru olduğumu anlamadınız. Fakat yalancı olduğum da tarafinızdan kesin olarak bilinmemektedir. Öyleyse, sizin bu azabı, böylesine ısrarla istemeniz, büyük bir cehalettir. Hûd (a.s) kavmi arasında bulunuyordu. Derken, çok yağmur yağdıracağı zannedilen simsiyah bir bulut çıktı. Onlar, "Bu, bize yağmur yağdıracak buluttur" dediler de, bunun üzerine Hûd (a.s), "Hayır, bu, sizin hemen gelmesini istediğiniz o azabür" dedi; sonra da onun ne olduğunu beyân etmek üzere, "Bu, kendisinde elem verici bir azabın bulunduğu rüzgârdır" dedi, daha sonra da bu rüzgârı niteleyip tavsif etmek için yani, "İnsan, hayvan ve bitki namına ne varsa, Rabbinin emriyle imha eder" buyurdu. Ki bu, "Bu, yıldızların tesirinden ve biraraya gelmelerinden kaynaklanan bir şey değil, tam aksine bu, doğrudan doğruya, size azâb etmek için Allah´ın kudretiyle meydana gelen şeydir" demektir. Rivayet olunduğuna göre, onların, bunun elîm bir azâb olduğunu anladıkları şeyin ilki, onların, çölde bulunan adamlarının ve hayvanlarının, o rüzgâr sebebiyle gökle yer arasında uçuyor olduklarını görmeleridir... Bunun üzerine onlar da, evlerine girdiler ve kapılarını kapadılar. Derken, o rüzgâr o kapıları, yukarı kaldırdı ve o kimseleri de yere vurup baydı.. Derken, Allah Teâlâ, onların üzerini kumlarla yığdı. Onlar, bu yığınların altında, inleyerek bir hafta kaldılar. Daha sonra, yine aynı rüzgâr, üzerlerindeki o kum yığınlarını kaldırdı; o insanları da denizlere firlattı. Hûd (a.s), o rüzgârın geleceğini anlayınca, hem kendisi hem de mü´minler için, fişkıran bir pınarın yanına bir çizgi çizdi... Böylece, mü´minler ve Hûd (a.s)´a isabet eden o rüzgâr, yumuşak, rahatlatıcı ve hoş oldu; Âd kavmine isabet eden rüzgâr ise, onları yerden kaldırıp göklerde uçurarak, yerlere salıyordu... Mucizenin eseri, rüzgârın böyle farklı farklı oluşuyla zuhur etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)in de, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah, rüzgârları idare eden melege, Ad kavmi üzerine, bir yüzük kadar, rüzgâr salıvermesini emretmiştir." Ama bu kadarı bile, onları tamamiyle helak etmeye yetmiştir.
"İman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini elbette örteceğiz. Onları işlediklerinin daha güzeliyle mükafatlandıracağız." (Ankebut 7) “Ayet, amellerin imandan maksûd olan, gaye edinilen şeye dâhil olduğunu gösterir. Çünkü günahların bağışlanması ve amellerin en güzeli ile mükâfaatlandırılması işi, Sâlih amellerin işlenmesi şartına bağlanmıştır. Çünkü ameller, imanın meyvesidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bu, tıpkt meyve veren bir ağaca benzer. O ağacın damarlarının ve dallarının ağaçtan olduğunda şüphe yoktur. Fakat yerden çektiği su ve etrafını çevreleyen o toprak ağaca dahil değildir. Fakat meyvesi, ancak kendisine dahil olmayan bu su ve toprak sayesinde elde edilmiştir. İşte iman ile amel-i salih münasebeti de böyledir. Hem sonra o ağacın etrafını, işe yaramaz otlar, zararlı dikenler sararsa, meyve mutlaka az olur. Eğer bunlar büsbütün o ağaca hükümran olur, onu mağlub ederlerse, ağacın hiç meyvesi olmaz ve ağaç kurur. İşte günahlar da imana bu tesiri yapar. Amel-i sâlih, kendi kendine bakî kalamaz. Çünkü o bir arazdır, cevher değildir. O, âmili (yapanı) ile de kalamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, onu yapanın (kulların) helak olacaklarını bildirmiştir ve "Allah´ın zâtı dışında herşey helak olacaktır" (k&mb, se) buyurmuştur. Binâenaleyh amel-i Salih´in bakî oluşunun, mutlaka bakî olan birseyden dolayı olması gerekir. Fakat bakî olan, sadece Allah´ın zâtıdır. Çünkü Cenâbn Hak, "Allah´ın zâtı dışında herşey helak olacakhr" buyurmuştur. Binâenaleyh o amelin bakî kalabilmesi ve sâlih olabilmesi için, Allah rızası uğrunda yapılmış olması gerekir. Allah rızası için olmayan şeyin ise, ne kendisi, ne yapanı ve ne de uğruna yapıldığı şey ile bakî kalamaz, dolayısıyla da sâlih amet olamaz, O halde amel-i sâlih, mükellefin, sırf Allah rızası için yaptığı şeylerdir. Sâlih ameller "yükseltilir". Çünkü Cenâb-ı Hak, "Amel-i sâlihi (hoş kelimeler) yükseltir" (Fâtır, 10) buyurmuştur. Fakat amel-i sâlih, kelime-i tayyibe (kelime-l tevhid, yani iman) ile yükselir. Mükelleflerin amelleri üç kısma ayrılır: Tefekkürü, inancı ve tasdiki demek olan, kalbinin amelleri; zikri ve şahadeti demek olan, dilinin amelleri; taatı ve ibadeti demek olan, uzuv ve bedenlerinin amelleri. Binâenaleyh bedenî ibadetler, kendi başlarına değil, ancak diğerleri sayesinde yükselebilirler. Doğru söz ise, ayette de beyan edildiği gibi, kendi kendine yükselebilir. Kalbin ameli demek olan tefekkür ise, ona İner. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah, en yakın semaya iner ve "Yok mu bir tevbe eden, tevbesini kabul edeyim" diye nida ecfer. "Tevbe eden", kalbi ile pişmanlık duyandır. Yine, Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah Azze ve Celle, buyuruyor ki: "Ben, kalbi kırık ve mahzun olanların yanındayım” yani "Kendi aczini ve Benim kudretimi, kendi önemsizliğini ve Benim azametimi düşünenlerin yanındayım" demiştir. Bu, aklen de böyledir. Çünkü kim, Allah´ın nimetleri hususunda tefekkür ederse, Allah´ı bulur ve O´nu zihninde tutar. Burada bahsedilen "daha güzel mükâfaat", cennet dışında bir mükâfaattır Çünkü mü´min cennete imanı sayesinde girecektir. Çünkü cennet onun kötülüklerini örter. Kötülükleri örtülmüş olan kimse ise cennete girer. O halde "en güzel (daha güzel) mükâfaat" cennetten başka birşey olup, bu da hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen birşeydir. Bunun rü´yetullah (Allah´ı görme) olması, uzak bir ihtimal değildir.
“Biz onları (kadınları) yepyeni bir yaratılışta yarattık.” Vakia 35 “Onları bâkireler yaptık.” “Kocalarına âşık yaşıtlar yaptık” “Bütün bunlar sağdakiler içindir.” Vakia 38 Allah, iki ruh yarattı. Birini dumanın içine koydu ve ona "Cin" dedi. Diğerini toprağın içine koydu ve ona "İnsan" dedi. Her ikisini de sınav etmeye devam ediyor... Abdullah b. Mes'ûd hazretleri şöyle demiştir: İyi olsun, kötü olsun, herkes için ölüm hayırlıdır. Çünkü, eğer insan iyi ise Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah katındaki ni'metler, iyiler için daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân - 198) Eğer söz konusu olan kötü bir kimse ise, Yüce Allah böyleleri hakkında da şöyle buyuruyor: "Onlara mühlet vermemiz sadece daha çok günâha girmeleri içindir. Onlar için yüz kızartıcı bir azâb vardır" (Âl-i İmrân - 178) “Şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken ba’si (yeniden dirilmeyi) inkâr eder...” (Razi) Ümmü Seleme, Peygamber (s.a.s)'e bir gün "Ya Rasûlüllah! dünyada ki kadınları mı, yoksa cennetteki hûrîler mi daha iyidir?" diye sorar. Rasûlüllah (asm); "Dünyadaki kadınların üstünlüğü, yüzün astara üstünlüğü gibidir." diye cevap verir. Ümmü Seleme; "Niçin?" deyince o (asm), şöyle cevap verir; "Dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları ve birçok ibadetlerde bulundukları için." (Tabarânî) "Kim üç kere Allah'dan Cenneti isterse bizzat Cennet; "Allah'ım! Bu adamı Cennet'e koy." der. Buna karşılık kim üç kere kendisini Cehennem'den uzak tutması için Allah'a yalvarırsa bizzat Cehennem; "Allah'ım! Bu adamı Cehennem'den uzak tut!" der." Cennetin tek nimeti din kardeşlerinin buluşması ve biraraya gelmesi bile olsa, Cennete girmek sırf bu yüzden mutlu ve sevindirici bir olay olurdu. Oysa, orada daha bir çok sayısız bağış vardır. "Cennet'te öyle çarşılar vardır ki, oralarda alış-veriş yapılmaz. Cennetlikler bu çarşılarda öbek öbek biraraya gelerek biribirlerine dünya hayatının nasıl geçtiğini, Allah'a nasıl ibâdet ettiklerini, dünyada fakirlerin ve zenginlerin nasıl yaşadıklarını, ölümün nasıl olduğunu ve uzun bir imtihan döneminden sonra nasıl Cennet'e girebildiklerini anlatırlar."
Bu mektûb, şeyh Behâeddîn-i Serhendîye yazılmışdır. Alçak dünyâyı kötülemekde ve dünyâya düşkün olanlardan kaçınmağı bildirmekdedir: “Akıllı oğlum! Allahü teâlânın sevmediği bu dünyânın arkasında koşmamalıdır! Gönlünü hep Allahü teâlâya bağlamak sermâyesini elden kaçırmamalıdır! Ne satdığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak alçaklık ve ahmaklıkdır. Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisinin sevgisi bir kalbde toplanamaz. İkisi bir araya getirilemez. Arabî mısra’ tercemesi: Din ve dünyâ bir araya gelirse, güzel olmaz! Bu iki zıddan dilediğini seç ve seçdiğine karşılık kendini sat, fedâ et! Âhıret azâbı sonsuzdur. Dünyâda olanlar çok azdır. Allahü teâlâ, dünyâyı sevmez, âhıreti sever. Arabî beyt tercemesi: İstediğin gibi yaşa, birgün öleceksin! İstediğini topla, birgün ayrılacaksın! Sonunda kadından ve çocuklardan ayrılacaksın. Bunların idâresini Allahü teâlâya bırak! Bugün, kendini ölmüş bilmelidir. Onların işlerini Allahü teâlâya bırakmalıdır. Tegâbün sûresinin onbeşinci ve Enfâl sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Mallarınız ve çocuklarınız sizlere kesin olarak düşmandır. Onlardan sakınınız) buyuruldu. Bunu iyi anlayınız! Tavşan gibi, gözleri açık uyku ne zemâna kadar sürecek! Bir gün gelip uyanılacak! Dünyâya düşkün olanlarla arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, öldürücü zehrdir. Bu zehrle öldürülen kimse, sonsuz olarak ölür. (Aklı olana bir işâret yetişir) demişlerdir. Biz ise, açıkca ve üzerine düşerek anlatıyoruz. Bunların yağlı, tatlı yemekleri, kalbin hastalığını artdırır. Kalbin iyiliği, hastalıkdan kurtulması nasıl düşünülebilir? Sakın! Sakın! Çok sakın! Fârisî beyt tercemesi: Bildirilmesi lâzım olanı söyledim sana, Yâ fâidelenirsin, yâ da çarpar kulağına. Onlarla görüşmekden, arslandan kaçar gibi, hattâ dahâ çok kaçmalıdır. Arslan insanın yalnız cânını alır. Bu da, âhıretde fâideli olur. Dünyâya düşkün olanlarla berâber olmak ise, insanı sonsuz felâkete ve zarara sürükler. Onlarla konuşmakdan, onların lokmalarını yemekden ve onları sevmekden ve onları görmekden sakınmalıdır. Sahîh olan hadîs-i şerîfde, (Zengine, zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçde ikisi gider) buyuruldu. Onlara karşı yapılan bu alçalmalar ve yaltaklanmalar, onların malları ve makâmları için midir, yoksa değil midir? İyi düşünmek lâzımdır. Malları, mevkıleri için olduğunda hiç şübhe yokdur. Bunun sonu da, dînin üçde ikisinin gitmesidir. Artık müslimânlık nerede, kurtuluş nerededir? Yağlı lokmaların ve uygunsuz kimselerle düşüp kalkmanın, bu yavrunun kalbinde vaazları dinlemeğe ve nasîhatleri düşünmeğe yer bırakmadığını bildiğim için, bu kadar ağır ve sıkı yazıyorum. Hafîf sözlerle, yumuşak kelimelerle uyanmayacağını biliyorum. Sakın! Onların sohbetinden sakın! Onları görmekden sakın! Allahü teâlâ yardımcın olsun! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, râzı olmadığı, beğenmediği şeylerden kurtarsın! Mi’râc gecesi, (Gözleri Allahü teâlâdan ayrılmadı) diyerek övülen insanların efendisi hurmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” bu düâmızı kabûl buyursun! Âmîn.” Rabbani Abdullah b. Mes'ûd hazretleri şöyle demiştir: İyi olsun, kötü olsun, herkes için ölüm hayırlıdır. Çünkü, eğer insan iyi ise Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah katındaki ni'metler, iyiler için daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân - 198) Eğer söz konusu olan kötü bir kimse ise, Yüce Allah böyleleri hakkında da şöyle buyuruyor: "Onlara mühlet vermemiz sadece daha çok günâha girmeleri içindir. Onlar için yüz kızartıcı bir azâb vardır" (Âl-i İmrân - 178) Allah, iki ruh yarattı. Birini dumanın içine koydu ve ona "Cin" dedi. Diğerini toprağın içine koydu ve ona "İnsan" dedi. Her ikisini de sınav etmeye devam ediyor... İyilikte kötülükte bulaşıcıdır. "İnsanlar için hak yolunu kapatan beş şey vardır: Cahillikten rahatsız olmamak, dünya hırsı, cimrilik, amelde riya, kendi fikrini beğenmek." Hz. Ali ra.
“Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.” (Nur 36-37) Müfessirler, ayette geçen “evler” den maksadın mescitler ve müminlerin evleri olduğunu söyler. (Maverdî, Şevkânî; İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Ebu Hayyan’a göre, ayetteki “evler” sözcüğü içinde namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan bütün evler için geçerlidir. (Ebu Hayan, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İkrime’ye göre de bu evler, içinde iman meşalesi yanan bütün mescit ve evlerdir. Lambaların ışığında geceleri namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan her yer buna dahildir. Diğer taraftan, Ayette “mescid” yerine “ev” sözcüğünün kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bundan, “Biz de Musa’ya ve kardeşine ‘Kavminiz için Mısır’da evler edinin’ diye vahyettik. Evlerinizi mescid haline getirin. Namazlarınızı dosdoğru kılın. Müjdele o müminleri.” (Yunus, 10/87) ayetindeki emrin gösterdiği hedefe uygun şekilde, müminlerin evlerinin içlerinde Allah’ın anıldığı ve sabah akşam Onu tesbih eden adamların bulunduğu birer mescide benzemesi gerektiği sonucunu çıkarmak daha uygundur. Bu da, ideal bir Müslüman aileye yakışan şeyin, sabah ve akşam vakitlerini Allah’ı anarak, Onu tesbih ederek, Onun kitabını okuyarak ve Onun rızasına ulaştıracak bilgileri kazanmaya çalışarak değerlendirmek olduğunu ve bunda başlıca sorumluluğun evin reisine düştüğünü gösterir. Yine dikkat çekicidir ki, âyet hayatın dışında bir model önermemekte, ticaret ve alışverişi devre dışı bırakmamaktadır. İbni Abbas’ın da dediği gibi, “Allah’ın nurunu kendilerine misal olarak verdiği bu kimseler, halk içinde en çok ticaretle uğraşan, en fazla alışveriş yapanlar da olabilir; ancak bu meşgaleler, Allah’ı anmaktan onları alıkoymaz.” (Müstedrek, 2:432, no. 3506.) “Onların durumları değişir ve böylece kalpleri, anlamaz bir halden anlar hale; gözleri görmez halden, görür hale gelirler. Dolayısıyla onlar, şüpheden zanna, zandan yakîne, yakînden de, muayene ve müşahedeye (bizzat görmeye) geçmişlerdir. Çünkü Hakk Teâlâ, "Onlar için Allah´tan, hiç beklemedikleri nice şeyler, zuhur edip gelecek” (ûnm, 47) ve "Andolsun ki sen (dünyada) bu hususta bir gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp açtık" (Kaf, 22) buyurmuştur. Kalpler, yerlerinden oynar ve boğazlara dayanır; gözler de masmavi kesilir. Nitekim Dahhâk şöyle der: "Kâfirleri, gözleri keskin olarak hasredilirler, sonra gözleri kayar, derken kör olurlar. Kalpleri de korkudan, bir çıkış yolu bulamaz ve ancak gelip boğaza dayanır. Nitekim Allah Teâlâ, "O zaman yürekleri gamla dolu olarak, gırtlaklarının yanındadır" buyurmuştur.” Razi Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, onları en iyi bilen olduğu halde meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler. Rabb Teâla sormaya devam eder.
“O’na dönünüz. O'nun önünde boynunuzu eğiniz ve ağlayınız. Yaşlar hem gözünüzden hem de kalbinizden aksın. Ağlamak ibadettir; Hakk'a karşı tevazu göstermenin şiddet hâlidir. Tevbe ve iyi niyet üzere ölen kurtulur. Ey cemaat! Nefisleriniz ilâhlık iddiasında; bundan haberiniz yok. O, bu kötü hâlini her zaman göstermektedir. Hakikat karşısında zor kullanmakta, Hakk'a kafa tutmakta ve ayrıca O'nun istediğini de istememekte... Dergâhtan kovulan şeytanı nefis sevmekte; halbuki Mevlâ onu sevmez. Nefis kadere uymuyor ve sabır, yolunu tutmuyor, daima niza çıkarıyor. O'nun yanında Hakk'a teslime dair alâmet yoktur. İslâm'ın sadece ismi ile yetiniyor; bu ona hiçbir zaman için fayda sağlayamaz ve menfaat getiremez. Ey evlâd! Korku üzere ol. Emin olma. Bu hâlin Rabbine kavuşuncaya kadar devam etsin. Kalbin istikrar buluncaya kadar böyle ol. Niyetini O’na yönelt. Emniyet hâli önüne serilinceye kadar çekin; bu olursa emin olabilirsin. Hak katında emniyet bulursan bol hayır görürsün. Oradan gelen emniyet hâli devamlıdır. O verdiği şeyi geri almaz. Aziz olan Hak kulunu sevince kendine yaklaştırır. Kul Mevlâsından korktuğu müddetçe kötülükleri gider; kalbi ve sırrı sakin olur. Bu hâli kimse sezemez. Hakk'la arasında olur. Siz tecrübesiz insanlarsınız. Allah yolcuları sizin önderinizdir. Onlar kurtarır. Eşinizi razı etmekte ve Mevlâ’nızı darıltmaktasınız. Halkın çoğu, eşinin ve çocuklarının rızasını Mevlâ'dan öne almaktadır. Ben, senin bütün hareket ve duruşunu, bütün gayretini nefsin için görmekteyim; yalnız eşin ve çocuğun için çalıştığını sezmekteyim. Sende Hakk'tan yana hiçbir haber yok. Yazık sana; tam olgun erlerden sayılmıyorsun. Kâmil olan kişi, yalnız Hak için iş yapar. Kalp gözlerin görmez olmuş. İç alemindeki temizlik bozulmuş. Rabbinden perdelenmişsin, ama bunlardan haberin yok. Bu sebeple bazı büyükler şöyle der (Onlara selâm olsun): - Hak’tan perdeli olduğunu bilmeyen zavallılara yazıklar olsun. Yediğin ekmek içerisinde cam kırıkları vardır; sen onu yemektesin ve durumu bilmemektesin. Çünkü ona karşı iştahın ve arzun çok fazla. Hırsın da sınırsız... Az sonra miden parçalanacak ve öleceksin. Bütün belâ Mevlândan uzak olduğu için geliyor; eğer halkı sevmediğini ve Hakk’ı sevdiğini söylemekte gerçekçi olsaydın böyle olmazdın. Peygamberler, her zaman nefislerine karşıdırlar; tabiî arzu ve şehvetlerini yenerler, hakikat yönünden meleklere katılıncaya kadar çalışırlar. Nefislerini yenmek için çok çabalar ve bu yolda çok gayret sarf ederler. Peygamberler ve sevgili kullar sabırlıdırlar. Size gereken sabır işinde onlara uymaktır. Ey evlâd! Tam hamle yapacak durumu elde edinceye kadar, düşmanın duruşuna dayan. Yakında onu tutar yere vurursun. Yalnız zamanını bekle; zamanı gelince onun bütün varlığını teslim alırsın. Ey evlâd! Çalış; hiç kimseye eziyet için gayret etme. Herkese iyi niyet besle. Ancak cemiyetin düzeni için bir şey yapılacaksa onu da yapmaktan geri durma; bu ibâdet sayılır. Aklı başında ve seçme doğrular, sûrlarına üflediler. Onlar, nefislerinin kıyametini kopardılar. Kendi gayretleri ile dünyayı bir yana attılar. Sırata inandıkları için geçtiler. Kalple yürüdüler ve cennetin kapısına vardılar. İçeri girmeden kapı ağzında durdular ve şöyle dediler: - Biz, buranın nimetini yalnız yemeyeceğiz ve içmeyeceğiz. İyi insanlar, yalnız canlarını düşünmezler ve yalnız yemezler. Bu düşünce ile dünyaya döndüler. Maksatları insanları Hakk’ın tâatına çağırmaktı. Ve orada gördükleri iyi şeyleri haber vermekti; ayrıca güç işleri kolaylaştırmaktı. İyi görüşe sahip olan baş gözü ile halka bakar; sonra kalbini açar ve Allah'ın fiil tecellisini onlarda görür. O tecellinin hareketini ve sükûnunu anlar. Buna izzet nazarı derler; Allahın sevgili kulları bu görüşe sahiptir. İman sahibi o kimsedir ki, bir kişiye baktığı zaman baş gözünü kullanır. İç âlemine de kalbi ile bakar ve Mevlâ’yı sır gözü ile görür. Bu yolda çalışan bulur. Kader geldiği zaman uyar. Deniz ve kara onun gözünde aynıdır.
Bu mektûb, yine, hep iyi düşünen, sâdık olan Muhammed Sıddîka yazılmışdır. Evliyâlık mertebelerini bildirmekdedir: Vilâyet, ya’nî evliyâlık, Fenâya ve Bekâya kavuşmak demekdir. [Fenâ, kalbde, mahlûkların düşünülmesi, sevgisi kalmamasıdır. Bekâ, kalbde yalnız Allah sevgisi bulunmasıdır.] Bu da, herkes için olur veyâ belli kimseler için olur. Herkes için olan (Mutlak vilâyet)dir. Belli kimselere mahsûs olan ise, (Vilâyet-i Muhammediyye)dir “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Buradaki Fenâ tâmdır. Bekâsı da ekmeldir. Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenen kimsenin derisi ibâdet için yumuşar. Göğsü islâmiyyet için genişler. Nefsi, itmînân hâsıl ederek Mevlâsından râzı olur. Mevlâsı da, ondan râzı olur. Kalbini sâhibine teslîm eder. Rûhu kurtularak, hakîkî sıfatları [Allahü teâlânın sıfât-ı hakîkıyyesini] keşf eder. Sırrı, o makâmda, şü’ûn ve i’tibârları müşâhede eder ve bu makâmda, şimşek gibi çakıp hemen gayb olan (Tecelliyât-i zâtiyye)lere kavuşmakla şereflenir. Hafî denilen latîfesi, tenezzüh, tekaddüs ve kibriyânın kemâli karşısında şaşkına döner. Ahfâsı, anlaşılamıyan ve anlatılamıyan bir vuslata kavuşur. Arabî mısra’ tercemesi: Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun! Bundan anlaşılıyor ki, (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, başka vilâyetlerin mertebelerine benzemez. Yükselirken de ve inerken de onlardan başkadır. Yükselirken başkadır dedik. Çünki, ahfâ denilen latîfenin Fenâsı ve Bekâsı yalnız bu Vilâyet-i hâssada olur. Başka vilâyetlerdeki urûc, yalnız hafîye kadardır. Fekat çokları, rûh makâmına kadar veyâ sır makâmına kadar, birkaçı da hafîye kadar yükselir. Herkes için olabilen (Vilâyet-i âmme) derecelerinin en sonu, hafî makâmıdır. İnişdeki başkalığa gelince, (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) ile şereflenen Evliyânın, maddeden olan cesedleri de, bu vilâyetin derecelerinin kemâllerinden pay alır. Çünki, bunların Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” mi’râc gecesi Allahü teâlânın dilediği makâma kadar, mubârek cesedi ile götürüldü. Cennet ve Cehennem kendisine gösterildi. Kendisine gizli şeyler söylendi. O makâmda Allahü teâlâyı baş gözü ile görmekle şereflendi. Mi’râcların böylesi, bu yüce Peygambere “aleyhissalâtü vesselâm” mahsûsdur. Ona tâm uyan, izinde giden Velîler de, bu husûsî mertebeden serpilen kırıntılara kavuşurlar. Arabî mısra’ tercemesi: Kerîmlerin sofrasından toprağa da pay düşer. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlâyı dünyâda görmek, yalnız Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Onun ayakları altında bulunan Evliyâya “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hâsıl olan hâl, görmek değildir. İkisi arasındaki başkalık, birşeyin kendi ile resmi veyâ kendisi ile gölgesi gibidir. Bunların birbirinden başka olduğu meydândadır. Bu mektûb, Efganistânlı hâcı Hıdıra yazılmışdır. Nemâz kılmak şerefinin yüksekliğini bildirmekdedir ki, bunu nihâyete yetişen büyükler anlayabilir: Kıymetli mektûbunuz geldi. İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Hele nemâzın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasîb olmaz. Hele farz nemâzların tadını almak, ancak onlara mahsûsdur. Çünki, nihâyete yaklaşanlara, nâfile nemâzların tadını tatdırırlar. Nihâyetde ise, yalnız farz nemâzların tadı duyulur. Nâfile nemâzlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir. Fârisî mısra’ tercemesi: Bu iş, büyük ni’metdir. Acabâ kime verirler? Nemâzların hepsinde hâsıl olan lezzetden, nefse bir pay yokdur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekde, feryâd etmekdedir. Yâ Rabbî! Bu, ne büyük bir rütbedir! Arabî mısra’ tercemesi: Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun! Bizim gibi, rûhları hasta olanların, bu sözleri duyması da, büyük bir ni’metdir ve hakîkî se’âdetdir. Fârisî mısra’ tercemesi: Bâri kalbimize bir tesellî olsun. İyi biliniz ki, dünyâda nemâzın rütbesi, derecesi, âhıretde, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir.
“Allahü Teâlâ iki cihad emreti. Biri içten, öbürü dıştan. İç âlemde olacak cihad, nefisle, kötü arzularla, şeytani duygularla olur. Ayrıca, isyandan dönmek, küçük hataları bırakmak da iç âlemde yapılacak cihad arasındadır. Haram olan şehevi arzuları bırakmak da bunlar arasında sayılır. Dış âlemde yapılacak cihad ise, Allah'a ve Peygamberine (S.A.) isyan edenleri yola getirmektir. İsyan kılıcı çekenleri hizaya getirmektir. Oklarını kırmak ve mızraklarını parçalamak bu cihad arasındadır. Bu yolda öldürmek olduğu gibi, ölmek de vardır. Ama ne olursa olsun, iç âlemdeki cihad dış âlemdekinden daha zordur. Ve daima üzerinde durmak icab eder. Nasıl zor olmasın ki?.. Nefis bütün arzularından kesilir. Sonra tek yol açılır. O da Allah'ın emri yolu... Bu, onun doymak bilmeyen hırsını tatmin edemiyor!.. Bir kimse, iki cihad vazifesinde de Allah'ın emrine uyarsa, ona dünya ve âhirette bol mükâfat vardır. Harp anında şehitler acı duymazlar. Ancak bir kimse kolundan alınan kandan ne kadar sızı duyarsa şehit de kılıç darbesinden o kadar sızı duyar. Bir hatalının günahı bırakması, susuzun suya olan ihtiyacı kadar önemlidir. Şehit bunu bilir, ölümden korkmaz. Şehadetle bütün hatalarının afına inanır. Bu yüzden hiçbir cihaddan çekinmez. Ölüm acısını da duymaz. Ey cemaat! Şu yüce Kur’an'a inanınız. Ve işlerinizi ona göre yapınız. Yaptığınız işler Kur’an’ın emri dahilinde ve temiz olsun. İşlerinizde ihlâs olsun. Görsünler diye, iş yapmayınız. Bir iş yaparken içiniz başka, dışınız başka olmasın. Halkın övmesini beklemeyiniz; onlardan bir şey ummayınız. Bu söylenen şeyleri, halkın tümünden biri ancak yapabilir. Çalış, o bir kişi sen ol. Kur’ân'a iman edip işlerini ona göre yürütenler azdır. Ona iman edip iş tutanlar parmakla gösterilecek kadar az olduğu için nifakçılar çoğaldı; ihlâs sahipleri azaldı. Sizi Hakk’a kulluk etmekten ne aldı? Ona karşı tembelliği size kim dedi? Düşman tarafına çalışmayı size kim sevdirdi? Size kötü vaadlerde bulunan şeytandır. Onun vaadleri yalandır. Ey cemaat! Sözlerimi kabul ediniz. Ben sizin için bir nasihatçıyım, iyiliğinizi dilerim. Ben sizlerden uzaktayım. Sizin varlığınıza da uzağım. Benim bütün varlığım sizden ayrıdır. Kendi varlığımdan da uzağım. Kurtuluşumu İlâhî fiillerin tecellisinde ararım. Sizin kurtuluşunuz için de aynı duyguyu taşırım. Beni itham etmeyiniz. Benim için dilediğimi size de isterim. Peygamber (S.A.) efendimiz buyuruyor ki: - «İman sahibi, kendine istediğini din kardeşine de istemedikçe olgunlaşamaz.» Malın zekâtını ver. Her gün hayli para kazanmaktasın. Kâr üstüne kâr ediyorsun, yeterinden daha çok mal kalmış elinde; ama kimseye vermek istemiyorsun. Sen bolluk içinde yaşarken, öbürlerinin darlığına nasıl tahammül ediyorsun? Yapamazsın; çünkü şeytan ve kötü duygular arkadan sana emir yağdırmakta. Onlar sana emir verdikçe hiçbir kimseye iyilik yapamazsın ve kimsenin iyiliğini düşünmen kabil olmaz. Haberin var mı? Bir kimsenin dünya sevgisi artarsa hırsı çoğalır, ölümü unutur. Hak’la karşılaşmayı aklına getirmez. Helâli, haramı ayırt etmez. Bu hâli ile Hakk'ı ve hakikati inkâr etmiş olur. Şu Âyet-i Kerime bunu haber veriyor: «Onlar ki derler: Hayat yalnız bu hayatır, ölürüz, diriliriz. Zaman bizi helak eder.» (Mü’minûn/37) Müslümansan, onun şartlarını yerine getireceksin; aksi hâlde: «Ben Müslümanım.» deme. İslâm dininin şartlarını yerine getirmelisiniz ki, onun hakikatine erebilesiniz. Onun hakikati; Hak önünde teslim bayrağını çekmektir. Elindeki iyi şeyleri bugün kullara pay et; yarın Mevlâ sana rahmetle bakar. Yeryüzündekilere şefkat duyunuz; tâ ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsinler... Kötü nefsinle kaldığın süre, aranan bu yüce makama vasıl olman kabil değildir. Nefsin kötü arzularını yerine getirdiğin müddetçe onun emrinde sayılırsın. Onun hakkını ver, fakat yersiz dileğini verme. Hakikati ona ulaştır; bu ona hayat verir. Onun kötü arzularını vermen ölümdür. Nefsin hakkı, yemek, içmek, giymek ve oturacak yerdir.
“Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı.” Nemlَ17 “Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi.” Nemlَ18 “Süleyman, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!” Nemlَ19 “Bu, ayette bahsedilen her gurubta bir zabtu rabt altına alan ve idare ettiği, tasarrufta bulunduğu, adına hareket ettiği kimseler üzerinde o kimsenin, bir hükümranlığı ve yetkisi bulunduğunda olur. Ayetteki, ifadesi, "Bir karınca dedi ki" demektir ki karıncanın konuşması akıldan uzak görülecek birşey değildir. Çünkü Allah Teâlâ, karıncada hem aklı hem konuşma kabiliyetini yaratmaya kadirdir. Karınca bir dişi karıncadır. Karınca, peygamberin masum (günahsız) olduğunu ve ondan ancak hatâen canlıları öldürme işinin sâdır olacağını bildiği için, "bilmeyerek sizi kırmasınlar" demiştir ki bu, peygamberlerin masum olduklarına kesin inanmak gerektiğine önemli dikkat çekmedir. Hz. Süleyman (a.s) şu iki sebepten ötürü gülmüştür: O karıncanın sözünün, kendisinin ve ordusunun merhametine ve ordusunun takva konusundaki şöhretine delâlet edişinden hoşlandığı için. Karıncanın buna delâlet eden sözü, "bilmeyerek" şeklindeki sözüdür. Allah Teâlâ´nın, karıncanın sözünü duyma ve onu anlama gibi bir nimeti kendisine verip, başka kimseye vermemiş olmasından ötürü duyduğu sevinçten. Ayetteki, "Rabbim bana ihsan et" ifadesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bunun asıl manası, "Bendeki nimetlerinin şükrünü hakkıyla yapmamı bana nasib et ve ömür boyu sana şükredebilmem için, o nimetlerin benden gitmesine manî olma kudreti ver" demektir." Ayetteki, "ve ana babama´ ifadesi, Cenâb-ı Hakk´ın, Hz. Süleyman´ın ebeveynine verdiği nimetleri, aynen Süleyman´a verilmiş nimet gibi saydığına delâlet eder. "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı (bana ilham et)" ifadesi ise, gerek şükür, gerekse amel-i salih hususunda, Allah´dan yardım istemektir. Daha sonra o, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" demiştir. O, dünyada iken, iyi şeyleri yapma hususunda Allah´ın yardımını taleb edince, âhirette kendisini sâiih kullardan kılmasını da istemiştir. Onun, "rahmetinle" ifadesi, cennete girmenin, kul tarafindan hakedilmesiyle değil de, ilahî lütuf ve rahmet sayesinde olduğuna delâlet eder. Bil ki Hz. Süleyman (a.s) önce âhiret mükâfaatını sağlama vesilesi olacak şeyi istemiş, sonra âhiret mükâfaatını istemiştir. Ahiret mükâfaatına vesile olacak şey, şu iki husustur: a) önceki nimetlere şükür, b) hizmetlerle (ibadetlerle) meşgul olma... Önceki nimetlere şükür hususunu, "Ya Rabbi, bana lütfettiğin nimetine şükretmemi ilham et (nasib et)" İfadesi anlatmaktadır. İnsanın, ana-babasına ve atalarına verilen nimetlerin, oğlun kıymetli bir babaya nisbet edilmesinin, Allah tarafindan o oğula verilmiş bir nimet olacağı için, bizzat kendisine verilmiş gibi olduğundan dolayı, "ve ana babama verdiğin nimetleri" ifadesi ile, Hz. Süleyman, Allah´ın, baba ve atasına verdiği nimetlere de şükretmiştir. Hz. Süleyman´ın diğer ibadetleri yapması ise, "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı..." şeklindeki sözü etmektedir. Hz. Süleyman´ın, Allah´dan âhiret mükâfaatı isteyişini de, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" ifadesi anlatmaktadır. Buna göre eğer, "Peygamberlerin, dereceleri, velilerin ve sâlih kulların derecelerinden daha büyük olduğu halde, Allah´dan, kendilerini sâlih kullarından kılmasını istemelerinin sebebi nedir? Çünkü meselâ Yusuf (a.s), "Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlih kullarına kat" (Vusut, 101) diye dua ederken, Hz. Süleyman (a.s) da, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" diye dua etmiştir" denilirse, şöyle cevap verilir: Kâmil tam salih, Allah´a hiç isyan etmeyen ve hiçbir günaha yeltenmeyendir ki
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 9) “Bu, onların, bu günde bir araya gelişlerinde Allah'ın kendilerine inam ettiği nimetlerin yüceliğine dikkat çekmek içindir. Onların durumları böyle olunca, insanlar, ta yaratıldıklarından beri, hep Cenâb-ı Hakkın kendilerine verdiği nimetler içindedirler. Dolayısıyla da, Allah'ın lütfü, İnsanlar bunu hak etmeden önce onların üzerinde sabittir. Belli milletlerden her birinin, haftanın o yedi gününden, kendisine saygı gösterdiği bir günü vardır: Meselâ, yahudilerin, cumartesi; hıristiyanların, pazar; müslümanların ise Cuma'sı vardır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cum'a günü, işte bugün, insanların hakkında ihtilaf ettiği gündür. Cenâb-ı Hakk biz (müslümanlara) bu günü bildirdi. Yahudiler için yarın, hristiyanlar için ise, yarından sonraki gün (önemlidir)" Şükür günü ve sevinç gösterme, nimetleri ortaya koyma (gösterme) günü olduğu için Cum'a gününde, sayesinde o günün şerefinin ortaya konduğu toplanmaya (bir araya gelmeye) ihtiyaç hissedildi de, bayramların adeti gibi, cemaatlar bir araya geldi. Böylece Allah'ın nimetlerini hatırlatmak, şükür nimetlerinin tekrarını sağlayacak şeyi yapmak suretiyle, o nimetlerin sürdürülmesini teşvik için, bu günde hutbe okunmaya ihtiyaç hissedildi. Bu saygının medarı namaz olunca, arzulanan toplanma, tam ve mükemmel olsun diye, bugünün namazı, gündüzün ortasına (öğle vaktine) yerleştirildi. Bu namaz, işte bundan ötürü, daha fazla toplanmayı sağlasın ve daha büyük cemaati biraraya getirsin diye (her beldede) tek bir camide kılınması uygun görülmüştür. Allah en iyi bilendir.” Fahreddini Razi “Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır. Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, “Cum‘a”, 18); "Cuma günü içinde öyle bir vakit vardır ki, Müslüman bir kul namaz kıldığı halde o vakte rastlar da Allah'tan bir şey dilerse, muhakkak Allah onun dileğini yerine getirir." buyurur ve bu sözleri söylerken de eliyle bu vaktin çok kısa olduğuna işaret ederdi. (Buhârî, Cum`a 37, Talâk 24, Daavât 61; Müslim, Müsâfirîn 166, 167, Cum`a 13-15) “Her kim önemsemediği için üç cumayı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 210; Tirmizî, “Cum‘a”, 7). Hürriyeti kısıtlanmamış, yolculuk halinde olmayan ve geçerli mazereti bulunmayan müslüman erkeklere cuma namazı farzdır. Hastalık, camiye gidemeyecek ölçüde yaşlılık, hasta bakıcılık, hava ve yol durumunun sağlığa zarar verecek ölçüde olumsuz olması, can ve mal güvenliğinin tehlikeye girmesi cuma namazına gitmemeyi meşru kılan mazeretlerdir. Camiye götürecek kimsesi bulunsa bile âmâya cuma namazı farz değildir. Âyetin “Allah’ı anmaya koşun” diye çevrilen kısmında “Allah’ı anmak”tan maksadın cuma namazının ayrılmaz bir parçası olan hutbe ile birlikte iki rek‘atlık farz namaz olduğu genellikle ifade edilir. Müfessirlerce genellikle, “koşun” emrinden gerçek anlamda koşma, telâşla yürüme ve hızla gitmenin kastedilmediği belirtilir. Bununla birlikte bazıları bunun “gidiniz” anlamına geldiğini, nitekim bu mânaya gelen bir kıraatin de bulunduğunu savunurken, bazıları kalp ve niyetle yönelme, bazıları da bir aksiyon (amel) gösterme yani işe koyulma mânasında olduğunu söylerler. İbn Atıyye son anlamı açıklarken kalkıp abdest almak, elbisesini giymek, yola çıkmak gibi eylemlerin hepsinin bu kapsamda düşünülmesi gerektiğini kaydeder. Cuma hazırlığı çerçevesinde sünnet olan işlerin başında boy abdesti almak gelir.
132. Bu mektûb, molla Muhammed Sıddîk-ı Bedahşîye yazılmışdır. Dünyâya düşkün olanlarla arkadaşlık etmemeli. Dünyânın ne olduğunu iyi bilenlerin sohbetine koşmak lâzım geldiği bildirilmekdedir: Kardeşim! Görünüşe bakılırsa, fakîrlerin sohbetinden sıkıldığınız, zenginlerle arkadaşlık kurduğunuz anlaşılıyor. Çok fenâ yapıyorsunuz. Bugün gözünüz kapalı ise de, yarın açılacakdır. Fekat o zemân, pişmânlıkdan başka ele birşey geçmiyecekdir. Haberleşmeliyiz. Ey şaşkın! Senin şu hâlin iki şey olabilir: Zenginlerin arasında iken gönlünü Allahü teâlâ ile yapabilirsin veyâ yapamazsın. Eğer yapabilirsen fenâdır. Eğer yapamazsan dahâ fenâdır. Eğer yaparsan fenâ olur dedik. Çünki istidrâcdır. İstidrâc iyi görünür. Fekat felâkete götürür. Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız. Onların arasında gönlünü Allahü teâlâya veremezsen, dahâ fenâ olur dedik. Çünki, Hac sûresinin, (Dünyâda ve âhıretde ziyân etdiler) meâlindeki onbirinci âyetinde bildirilenlerden olursun. Fakîr çöpçüler, koltukda oturan zenginlerden çok iyidir. Bu söze belki inanırsın. Belki de inanmaz, şaşarsın. Fekat, bir gün gelecek inanacaksın. Lâkin, o inanışın fâidesi olmıyacak. Yağlı, tatlı yemeklere ve süslü, modaya uygun elbiseye düşkünlük, seni bu belâya da sürükledi. Fırsat elden dahâ gitmemişdir. İşin doğrusunu düşününüz! Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine engel olanları düşman biliniz! Onlardan kaçınız! Çok sakınınız! Tegâbün sûresinin, (Çok doğrudur ki, zevcelerinizden ve çocuklarınızdan size düşmân olanlar vardır. Onlardan sakınınız!) meâlindeki ondördüncü âyetini okuyarak gaflet uykusundan uyanmalıdır. Birlikde geçirdiğimiz günlerin haklarını göz önünde tutarak, size bir nasîhat yapıldı. İster dinleyiniz, ister dinlemeyiniz. Önceden de, sizin yersiz davranışlarınızı görerek bu yolda bulunamıyacağınızı anlamışdım. Korkduğum başımıza geldi. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn). Doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın izinde bulunanlara selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü etemmühâ ve ekmelühâ”! Yaradılışdaki iyiliği ve uygunluğu görerek, sizden başka şeyler umuyordum. Kıymetli cevherinizi çöplüğe atdınız. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn). 133. Bu mektûb, yine, molla Muhammed Sıddîka yazılmışdır. Fırsatı ganîmet bilmek, vakti kıymetlendirmek lâzım olduğu bildirilmekdedir: Gönderdiğiniz mektûb geldi. Fırsatı ganîmet bilmelidir. Vaktleri çok kıymetli ni’met bilmelidir. Modaya, âdetlere uymakla ele birşey geçmez. Yalan sözlerden, kaçamak davranışlardan ancak zarar ve ziyân ele geçer. Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” (Helekel-müsevvifûn) buyurdu. Ya’nî sonra yaparım diyenler helâk oldular. Bugünkü ömrü vehm ve hayâl için harc etmek ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcûd olanları elden kaçırmak çok çirkin bir işdir. Elde bulunan şeyi, en ehemmiyyetli, en kıymetli şey için kullanmak gerekir. Karışık, pis, fâidesiz şeyler geriye bırakılmalıdır. Hak teâlâ, mâsivâsı ile ya’nî Ondan başka şeyler ile olan râhatlıkdan kurtarmak için, bir parça râhatsızlık versin! Dedikodu ile ele birşey geçmez. Kalbin selâmetini istemelidir. Asl lâzım olan işi düşünmeli, lüzûmsuz, fâidesiz şeylerden tâm kaçmalıdır. Fârisî beyt tercemesi: Her ne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka, Hepsi câna zehrdir, şeker gibi de olsa. Habercinin ancak haber vermesi lâzımdır.” Rabbani Ebû Hamid Lifâf şöyle demiştir: Sık sık ölümü hatırına getiren kimseye şu üç şey bağışlanır: 1) Bir an önce tevbe etmek, 2) Asgarî miktarda rızıkla yetinmek, 3) Şevkle ibâdet edebilmek. Buna karşılık, ölümü unutan kimse de şu üç şeyle cezalandırılır: 1) Tevbe etmeyi ertelemek, 2) Asgarî miktardaki rızka râzı olmamak, 3) İbâdete karşı isteksizlik. Korkularının üstüne git! Agresif ol ve yüzleş onlarla. Sert saldır! Vücudunda bir yer tutulup ağrıdığında, masör kişi o bölgeye sert bir masaj yapar, ödeme dönüşmüş olan kas yapını yumuşatır ve ağrı biter.
Abdülkadir Geylani Sohbetleri 17 / Kerem Önder
19.09.2024
Bu bölümde çok daha keyifli bir sohbet geçti diyebilirim öncekilere göre. Çünkü soru tarzımızı biraz değiştirmek istedim hep ciddi sorular sorulur genelde ben biraz ortaya karışık yaptım ve Kerem hoca da hepsine çok güzel cevaplar verdi Allah razı olsun kanalına da aşağıdan ulaşabilirsiniz kardeşlerim herkese iyi seyirler dilerim.
Oğuzhan Çağlayan Youtube Kanalı
--------------------------------------------------------------
00:00 | Misafir kanalımız: Kerem Önder
00:27 | Sohbetlere nasıl hazırlanıyorsunuz?
01:53 | Bir gamer hoca olduğunuz doğru mu?
02:51 | Dürüst bir cevap isteriz: Pes mi Fifa mı?
03:44 | Günlük hayatınız nasıl geçiyor hocam?
04:12 | Aldığınız en güzel hidayet mesajı?
05:04 | Azrail canınızı almaya gelse ve...
06:16 | Dünyaya hangi videonuzu açardınız?
06:50 | Tarihte hangi zaman mekana giderdiniz?
07:28 | Cennette ilk neyi ya da neleri isterdiniz?
08:10 | Hangi peygamberle görüşme isterdiniz?
08:56 | Cehennemde kiminle görüşürdünüz?
09:45 | Son olarak gençlere tavsiyeleriniz
10:59 | Bitiriş konuşması ve son sözlerimiz