Bir kadının gördüğü rüya üzerine et yemeyi bırakma kararının giderek bedeninden ve toplumsal normlardan kopuşuna dönüşmesini anlattığı “Vejetaryen” ile 2016’da Uluslararası Booker Ödülü’nü kazanarak dünya çapında edebiyat sahnesine güçlü bir giriş yaptı. Bu ödül kısmen Kore edebiyatı için de tarihî bir dönüm noktasıydı. “Çocuk Geliyor”da 1980 Gwangju Katliamı’nı farklı anlatıcıların gözünden aktarırken, “Beyaz Kitap”ta yas ve kayıp üzerine şiirsel bir metin kuruyordu.
Eserlerinde insanın şiddetle, doğayla, kendi varoluşuyla ilişkisini derinlikli biçimde işliyor. Travma, hafıza, suçluluk ve insanın kırılganlığı gibi temaları, Kore tarihindeki toplumsal acılarla harmanlayarak anlatıyor. 2024’te edebiyat dünyasının en büyük onurlarından biri olan Nobel Edebiyat Ödülü “tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını gözler önüne seren yoğun şiirsel dili” gerekçesiyle verildi. Han Kang böylece Nobel’i kazanan ilk Koreli ve ilk Asyalı kadın yazar oldu.
“Dünyayı Çevirenler”de bugün şimdiye kadar hiç uzanmadığımız bir coğrafyaya, Güney Kore’ye uzanacak ve çağdaş Kore edebiyatının en önemli yazarlarından Han Kang’ı çevirmeni Göksel Türközü’yle konuşacağız. Aklımda ise hep şu soru: Savaşın, zulmün, vahşetin ve tüm bunların suskunlaştırdıkları karşısında hatırlamak, yaşantıları hikâyeleştirmek yani dile getirilmeyeni, anlamlandırılmayanı ifade etmek hayatta kalanların sorumluluğu mudur?
Bugün ilk kez Çin’e uzanıyor ve Nobel Ödüllü yazar Mo Yan’ı, edebiyatını ve çevrilme serüvenini çevirmeni Erdem Kurtuldu ile konuşuyoruz.
1955’te Shandong’da doğan Mo Yan, Kültür Devrimi sırasında okulu bırakıp çalışmaya başladı, ardından Halk Kurtuluş Ordusu’na katıldı. Asıl adı Guan Móyè, ama 1984’ten beri “sakın konuşma” anlamına gelen Mo Yan adını kullanıyor. Eserlerinde Çin’in kırsal yaşamı ve 20. yüzyılın dönüşümleri bireysel ve toplumsal hafıza üzerinden anlatılıyor. Doğrudan kişileri değil, sistemi eleştiren, ironik ve mizahi üslubuyla öne çıkıyor; folklorik ve modernist öğeleri birleştirerek evrensel bir anlatı dili kuruyor.
20. yüzyılın en önemli Macar yazarlardan biri olan Sándor Márai’yi çevirmeni Tarık Demirkan ile konuşuyoruz.
1953 tarihli Fahrenheit 451 adlı kitabıyla ünlenen Amerikalı yazar Ray Bradbury'yi çevirmeni Mehmet Moralı ile konuşuyoruz.
Doğduğu coğrafya ve zaman dilimine derin bir tarihsel bağ kazandırdığı anlatılarıyla okurunu geçmiş ve kolektif hafıza ile yüzleştiren Jenny Erpenbeck'in çevirmeni Regaip Minareci ile Kairos ve Bütün Günlerin Akşamı romanları üzerinden Erpanbeck edebiyatını konuşuyor; zaman, hafıza ve birey ekseninde geçmişin bugünkü benlik üzerindeki etkisini tartışıyoruz ve edebiyatın yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda bir hatırlama ve düşünme alanı olduğunu bir kere daha anlıyoruz.
Konuğumuz Damla Kellecioğlu ile çizgi roman çevirmenliğini mercek altına alıyoruz.
Vigdis Hjorth travma anlatısı, aile içi gerilimler, hafızanın politik boyutu ve kadın kimliği ekseninde şekillenen minimalist ama yoğun bir anlatıya dayanan tarzıyla otobiyografik kurgunun en önemli çağdaş temsilcilerinden biri. Sade görünen cümlelerin ardında neler yok ki? Derin psikolojik çözümlemeler, hakikat arayışları, karakterlerin iç dünyalarını ve mahrem kapılarını yavaş yavaş açışı. O kapıların ardında da asla bağırmadığı halde son derece sert, sarsıcı resmedişleriyle travmatik yaşamlar, dünyalar. Sonundaysa bireyin içsel çalkantılarıyla toplumun görünmez baskıları arasındaki çatışmayı incelikli bir biçimde işleyişi ve okurlarını bir yüzleşmeye de davet edişi.
Sadece yazdıklarıyla değil, edebiyatın otobiyografi ile kurgu arasındaki sınırlarını bulanıklaştırarak “bireyin adil ve iyi yaşama hakkı”na dair politik veçhesini düşündürmesi bakımından da çok önemli seslerden o.
Bugün ikinci kez Norveç’e uzanacak ve Norveç edebiyatının en dikkat çeken, cesur kalemlerinden Vigdis Hjorth’u Miras, Annem Öldü mü ve Postane Günlükleri kitaplarının çevirmeni Dilek Başak ile konuşacağız.
Here is the second and final part of Didem Bayındır's interview with Édouard Louis on class, identity, sexuality, politics, and friendships.
Dünyayı Çevirenler’de Didem Bayındır'ın Édouard Louis'yle sınıf, kimlik, cinsellik, politika ve arkadaşlık bağları üzerine söyleşisinin ikinci ve son bölümüne kulak veriyoruz.
For two weeks, we will be engaging in a literary discussion centered on class, identity, sexuality, politics, and friendship through the writings of Édouard Louis.
İki hafta boyunca Édouard Louis ile edebiyat ekseninde sınıf, kimlik, cinsellik, politika ve arkadaşlık bağları üzerine konuşuyoruz.
Olaylardan çok zamanın ve belleğin akışıyla ilgilenen Juan José Saer’in edebiyatını Gökhan Aksay ile konuşuyoruz.
Juan José Saer anlatmıyor, hatırlıyor. Cümleleri uzun, parantezli, tekrarlarla dolu. Sessizliklerle, boşluklarla konuşuyor. Gerçekle kurmacayı iç içe geçiriyor; bir limon ağacı ya da bir nehir kıyısı, sadece fon değil, hatırlamanın taşıyıcısına dönüşüyor. Latin Amerika edebiyatında alışık olduğumuz büyülü gerçekçilikten farklı bir yerde duruyor: Gerçeğin kendisi zaten yeterince büyülü. Geçmişin izlerini taşıyan ama yaranın kaynağını unutmuş karakterlerle, edebiyatı bir düşünme ve hissetme alanına çeviriyor.
Latin Amerika edebiyatının unutulmaz sesi Joan José Saer’i konuşuyoruz. Zamanı doğrusal değil; döngüsel kurgulayan, anlatmaktan çok hatırlayan; sesi değil sessizliği öne çıkaran yazar Saer'i gündelik olanın içindeki çatlaklardan sızan belleği, geçmişin izlerini ve unutul(a)mayanları Gökhan Aksay ile birlikte ele alıyoruz.
Gecenin Sonuna Yolculuk'u ve Louis-Ferdinand Céline'i çevirmeni Yiğit Bener ile konuşuyoruz.
Modern Alman edebiyatının melankolik sesi; toplumla mesafeli, gözlemci ve içe dönük karakterleriyle, gündelik hayatın sıradanlığında varoluşsal boşlukları görünür kılan Wilhelm Genazino'nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk, O Gün İçin Bir Şemsiye ve Elden Düşme Dünya adlı romanlarını çevirmeni Tevfik Turan ile konuşuyoruz.
150’den fazla eseri Türkçeye kazandıran usta çevirmen Seçkin Selvi ve onun yaşamını kaleme alan gazeteci-yazar Zeynep Miraç ile bir araya gelerek, çevirinin sadece teknik değil, aynı zamanda etik, edebi ve toplumsal bir uğraş olduğunu; bir ömrün mücadelelerle dolu 'ödünsüz' hikâyesini konuşuyoruz.
Çağdaş edebiyatın önemli kadın seslerinden Valeria Luiselli’nin eserlerini dilimize kazandıran Seda Ersavcı’yla ağırlıyoruz.
“Annelerimiz bize konuşmayı öğretiyor, dünya ise susmayı,” diye yazıyor Valeria Luiselli Kayıp Çocuk Arşivi'nde - belki de bir 'son'un değil; susmamanın, birbirimizi duymanın ve elbette hatırlamanın bir şeyleri değiştirebileceğini vurgulayarak.
Bir son var mı? Varsa da gerçekten önemli mi? Sonuçta yaşanan (göç, kayıp, ölüm) bir kere yaşanmaya görsün bir son neyi değiştirebilir?
Zaven Biberyan’ı Rober Koptaş ile ağırlıyoruz. Rober, belagatle anlatırken, geçmişin ve şimdinin tek tek tüm 'krunk'ları, turna kuşları da yanımızda oluyor.
İki çılgın James Joyce’la Fuat Sevimay’ı ağırlıyoruz. Bay Joyce’la beraber sığınağımız Kadıköy Anadolu’dan mevzimiz edebiyata, Dublin’den türkü barlara, İrlanda baladlarından Sinéad O’Connor’a...
Kuzey’e doğru yol alıyor, Dag Solstad’ı T. Singer ve Armand V. adlı eserlerin çevirmeni Deniz Canefe'yle ağırlıyoruz.