Bu bölümde dümenimizi Türkiye Cumhuriyeti’nintemellerinin atıldığı döneme kırıyoruz.
Bu bölümde, damağımızın çocukluk hatıralarından bugünün tartışmalı et sofralarına uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz. Tavuk döner-ayran ikilisinden bonfile ve antrikota, kuru yolum tavuktan sac tavanın dumanlı lezzetine kadar pek çok etli mesele masada.
Merak birçoğumuzun çocukluğunun en baskın duygusu belkide. Fakat zamanla kimimiz hayattan onu zorla alırken, kimimiz hayatın verdiğiyle yetiniyor, bir diğerimiz ise hayatın ağzına tıkmasını bekliyor. Neden böyle ve hangimiz doğru onu tartışıyoruz; bir doğrusu, bir nedeni varmış gibi.
Bugün bir hikâyeyle başladık. Sözün kıyısından yürüyerek ahlakın gölgesine vardık, orada durup suç kavramının soğuk taşlarına dokunduk. Sonra kendimize kulak verdik. Bir insan kendi sesini duyduğunda neden ürperir? Kendini dinlemek, bazen neden tahammülün sınırlarını zorlar? Birimiz bir yılan deliği gördüğünde didik didik ederken, bir diğerimiz neden o deliği kapatma derdine düşer? Aynı karanlığa bakan gözlerin farklı gördüğü şey midir bizi birbirimizden ayıran? Üç gölgesiz olmak bunu mu gerektirir?
Herkesin aklındaki soruya dokunduk bu defa. Eşiniz, hayatortağınız bir gün vefat etse, yeniden sever veya evlenir miydiniz? Aşk, gerçek ve tek kişiye duyulan tarifsiz bir mefhum mudur, yoksa hayatın ekonomik ve toplumsal gerçekliğini içimize sindirmek için büründüğümüz geçici bir hal mi? Ailemizin yerini sorgusuz sualsiz dolduramazken, sevdiğimiz biri için bu soruyu neden rahatça masaya yatırabiliyoruz?
Yasla tebessüm arasındaki çizgi nereye kadar esneyebilir?Bu bölümde, kalbin en sessiz köşelerinde gezinen sorulara kulak veriyoruz.
Bazen birini dinlerken gerçekten mi dinliyoruz, yoksa zihnimiz sıradaki cümlemiz için ganimet mi arıyor? Konuşmak, gerçekten anlaşılmak mı demek, yoksa sadece içimizdeki ukdeleri dökmek için bir bahane mi? Bu bölümde, hayatın anlamını büyük deneyimlerin peşinde arayanlarla, küçük varoluşlara tutunanlar olarak yeniden aynı masaya oturduk.
Acaba diyerek duraksadığımız, keşke diyerek tanımlayamadığımız şeyleri, acaba bu sefer fark edebilecek miyiz? Başlıyoruz.
Önce erdemi ve arzu edilene ulaşma çabasını konuştuk; insan, ulaştığında gerçekten tatmin olur mu, yoksa yeni bir arzuya mı yol alır? Sonlara doğru ise tembellik ve kaliteli yaşam üzerine düşündük. Tembellik, insanı nitelikten mahrum mu bırakır, yoksa kalite dediğimiz şeyin gerçekten hayata bir katkısı var mı?
Bu bölümde 3 Gölgesiz, 1 + 2 Gölgesiz gibi oldu. Şimdi kulak verelim.
Eleştiri: Yol Gösteren Bir Işık mı, Yoksa Ruh Kemiren Bir Gölge mi?
Bazıları için eleştiri, gelişmenin anahtarıdır; hataları görüp daha iyiye ulaşmanın bir yoludur. Ama ya öyle değilse? Ya eleştiri sadece moralimizi çökerten, motivasyonumuzu kıran, bizi duraksatan bir prangadan ibaretse?
İnsan, kendi varoluş mücadelesinde zaten yeterince yük taşırken, başkalarının sözleri daha da ağırlaştırıyor mu sırtımızdaki yükü? Yoksa eleştiriden kaçmak, kendi karanlığımızda kaybolmak anlamına mı geliyor?
Bu bölümde, eleştirinin gerçekten işe yarayıp yaramadığını sorguluyoruz. Gelişim mi sağlıyor, yoksa sadece ruhumuzu biraz daha törpüleyip bizi tüketiyor mu?
Belki de hiçbirimiz gerçeği öğrenemeyeceğiz. Ama en azından konuşabiliriz.
Her şey bir boşluğun içinde kaybolmuşken başladı. Bu ses, karanlığın içinde yankılanan bir fısıltı. Yolculuğumuz buradan öteye, bilinmeze doğru.