İslâm, aile müessesesini ele alarak onu aşiret ve kabilenin yönetiminden kurtarmış ve ona ayrı bir şekil kazandırmıştır. İslâmî ruh ve mânâ etrafında şekillenen bir ailenin fertleri arasında çok kuvvetli bir irtibat söz konusudur. Bunun tabiî neticesi olarak fertleri bu ölçüde birbirine bağlı bulunan aile moleküllerinden de güçlü bir toplum meydana geleceği açıktır.
Bir insanın tam tevhide ulaşabilmesi, her şeyden evvel onun şirk ve şirk kokan hususları tamamen terk edip vicdanen temizlenmesine bağlıdır. Açık-kapalı şirk düşüncesini aşamamış bir kimseye hak ve hakikat adına bir şey anlatmak çok zordur. Evet, hak ve hakikat adına anlatılan hususların vicdanlarda mâkes bulması için, o vicdanların arınmasına, dimağların ön yargılardan sıyrılmasına ve gönüllerde hakikat aşkı, araştırma düşüncesi ve hakperestlik duygusunun gelişmesine ihtiyaç vardır.
Şirk ve şirk kokan hastalıkları aşmadan, Allah’a bağlı olmanın dışında bütünüyle bağımsız hale gelmeden insanlığın ıslahı kat’iyen mümkün değildir. Zatında, Allah’tan başka bizzat sevilecek, korkulacak, itaat edilecek ve himayesine sığınılacak bir başka varlık da yoktur. Şirkin her türünden kurtulmak da, bunu böyle kabullenmeye bağlıdır. Bir insan, içinde başkalarına karşı bir kısım endişeleri taşıyor, rızık korkusuyla yaşıyor, ölmekten ve mezara girmekten ürküyorsa bu, o insanın şirk mevzuunda daha aşamadığı pek çok probleminin var olduğunu gösterir.
Kur’ân, her ferdi “mükemmel bir fert” olarak ele almak ister. Zaten fert, mükemmel olmadan sağlam bir aile ve cemiyet düşünmek de mümkün değildir. Kur’ân, ferdi yoğurup olgunlaştırarak fıtrata yönlendirir ve onu kâinattaki kanunları anlar hâle getirir. Derken daha sonra onun olgunlaştırıp belli bir kıvama getirdiği bu fertlerden mükemmel aile ve mükemmel bir toplum oluşmaya başlar.
Meleklere ve ruhlara hakikî mânâda dâbbe denmemesine ve onlar arasında erkeklik-dişilik, dolayısıyla da üreme söz konusu olmadığına göre, burada, aralarında erkeklik ve dişilik bulunan üreyip çoğalan bir kısım cismanî varlıklardan bahsediliyor gibi bir işaret söz konusudur ki, Zemahşerî, Râzî, Ebu’s-Suud.. gibi pek çok tefsirci, göklerde de tıpkı insanlar ve hayvanlar gibi debelenip gezen canlıların var olabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve olaya daha geniş bir açıdan bakmışlardır.
Evet, nebilerin göstermiş oldukları mucizeler, beşer için terakkide bir son noktadır.. ve Kur’ân-ı Kerim, mucizelerden bahseden bütün âyetleriyle, beşerin, çalışıp çabalayarak bu ufka ulaşmasını teşvik etmektedir. Ne var ki insanlık, bilim ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin ve âyette zikredilen hastalıkları tedavi etme adına kaç çeşit ilaç üretirse üretsin, ölüleri diriltmek için hangi yollara müracaat ederse etsin bunlar, geçici birer müdahaleden ibaret kalacak ve mucizelerin ulaştığı ufka asla ulaşılamayacaktır.
İnsan, trilyonlarca hücreden meydana gelmiş âdeta tek hücre gibi bir varlıktır. Onu meydana getiren bu hücreler arasında öylesine bir irtibat ve âhenk vardır ki, insan hiçbir zaman kendisinin parça parça ve birbirinden kopuk farklı nesnelerden meydana geldiğini hissetmez. Yine bu hücreler arasında birbirinden kopuk olmalarına rağmen öyle bir vahdet vardır ki, insan, birbirine karıştırmadan herhangi bir nesneyi gördüğü aynı anda o şeyi veya başka bir cismi duyabilmekte, tadabilmekte, koklayabilmekte ve yürüyüp konuşabilmektedir. Hâlbuki bütün bunları kumanda eden hücreler farklı farklıdır. Fakat bütün bu farklı farklı hücreler arasında bir ayrılık değil, aksine, tıpkı bir aile fertleri –her aile ferdinde olmayabilir– arasında olduğu gibi kuvvetli bir birlik, sevgi ve dayanışma vardır.
Kur’ân-ı Kerim, dikkatlice tetkik edildiğinde onun hiçbir sûre ve âyetinin ilmî hakikatlere zıt ve ters bir yanı olmadığını hemen herkes anlayabilir. Hatta o, icmâlen ve vak’ayı rapor şeklinde de olsa, insanoğlunun çok sonraları keşfedip ortaya koyduğu hakikatleri asırlar öncesinden haber verdiği görülür.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın asırlarca önce söylediklerini yukarıda görmüştük; ilmin söyledikleri de başka değildir. Aradan bunca asır geçmesine ve ilim her geçen gün baş döndürücü bir şekilde inkişaf etmesine rağmen değişen fazla bir şey olmamıştır. Kur’ân’ın o gün söyledikleri, o günün ilim ve mantalitesi için ne kadar geçerli ise, bugünün ilim ve mantalitesi için de aynen geçerlidir. İşte bütün bunlar, Kur’ân’ın, ezel ve ebed sultanı Allah’ın (celle celâluhu), mu’ciz bir kelâmı olduğunu göstermektedir.
Allah’ın kudret dairesinde, en büyük âlemlerdeki en büyük sistemler, en küçük atom parçacıkları gibi hareket etmektedir. Yeryüzünde meleklerin nezaretinde kopan fırtınalar, aynı kanunla, atom âleminde, çekirdeğin etrafında elektronlar vasıtasıyla meydana gelmekte ve nereye gidilirse gidilsin, ilâhî kanunun değişmediği görülmektedir. Eğer bu kabîl kanunlar değişseydi, hiçbir ilim inkişaf edemez ve kanunlar muttarıt olamadığından ötürü de hiçbir sâbiteden bahsedilemezdi. Zira ilimlerin meydana gelmesi, işte bu değişmez kanunlar vasıtasıyla olmaktadır.
Kâinat kitabı ile Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, temelde aynı hakikati dile getirmektedirler ve bu mânâ açısından Kur’ân, kâinatın ezelî ve ebedî bir tercümanı ve lisanı sayılır. O olmadan kâinat kitabı anlaşılabilir şekilde okunamadığı gibi, onun mu’ciz beyanlarını göz önünde bulundurmaksızın ilimlerin de inhiraf etmeden ilerleme göstermeleri mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim, bir meseleyi arz ederken, kullandığı üslûp itibarıyla aynı ifade içinde kevnî bir hâdiseyi de anlatıverir. Dikkat edilmediğinde, meselenin biri anlaşılırken, diğeri gözden kaçabilir. Meselâ, Kur’ân’da kıyametin kopması esnasında meydana gelecek hâdiseler sırasıyla ele alınır. Güneşin tedvir ve tekvir edilmesi, yani dürülüp muhafaza altına alınması anlatılırken, aynı zamanda onun geçirdiği değişik safhalar da işaretleniverir. İşte bu durum, Kur’ân’ın çok buudluluğu ve câmiiyetinin ifadesidir.
Kur’ân, yer yer bilim ve tekniğe ait nimetlerden bahseder. Ancak o bu bahisleri çok defa mücmel olarak sunar. Dolayısıyla insan, dikkatle bakmadığı takdirde onlardaki esrarı kavrayamaz. İşte pek farkında olmadığımız, Allah’ın büyük nimetlerinden biri de, şu her an başımızın üzerinde bizi bir sera gibi koruyan, hava ihtiyacımızı karşılayan, seslerin, sözlerin intikalini sağlayan atmosferimizdir. Ona ister hava küresi, ister gaz kütlesi veya atmosfer, ister canlıların yaşamalarına müsait bir vasat teşkil etmesi yönüyle biyosfer denilsin ve isterse bunların dışında daha başka adlarla anılsın, onun yeryüzü hayatının başlangıcından günümüze kadar devam etmiş ve bundan sonra da –Allah’ın takdir ettiği müddete kadar– devam edecek olan büyük nimetlerden biri olduğunda şüphe yoktur.
Bütün bunlar birer işaret olup ilmî tespitlerle çelişmemektedir ki, Kur’ân bunu iki kelimelik bir ifadeyle ortaya koymuştur. Ama bu işaretler öyle komprimeler hâline getirilerek sunulmuştur ki, asrımızda dahi, bu ifadeler tahlile tâbi tutulup incelendiği, dahası dev teleskoplarla müşâhede edildiği zaman Kur’ân’ın hakikatlerinin pırlanta gibi nazarlarda arz-ı dîdar ettiği görülecektir. Evet, insanlık, ilim ve teknolojide ilerledikçe, Kur’ân’ın ifadelerinden daha pek çok sırlı nükte ortaya çıkacak ve böylece Kur’ân, bir kere daha hakikat diliyle ilâhî kelâm olduğunu haykıracaktır.
Başlangıçta sema ile arz arasında herhangi bir münasebet yoktu. Zira o zamanlar, arz ve sema bir ateş parçası veya duman hâlindeydi. Nitekim bu hakikat, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sonra (Allah) semaya yöneldi. Ve o, duman hâlinde idi…” âyetiyle ifade edilmektedir ki burada Allah’ın iradesini semaya tevcih ettiğinde, semanın bir “duman-bulutsu” hâlinde olduğu gayet açık olarak zikredilmektedir.
Kur’ânî hakikatlere bakıldığında onun çok erken dönemde farklı şeyleri işaretlediği görülecektir. 20. asırda pek çok ilim dalında olduğu gibi, astronomi ve jeoloji-jeofizik dallarındaki ihtisaslaşmalar da yeni yeni anlayışlar ortaya koydu. İşte bu terkip ve anlayışlar üzerine bina edilen teknik ve teknolojik unsurlar, bizim daha sağlıklı bilgilere ulaşmamıza yardım edecektir. Bu gelişmeler büyük ölçüde, Kur’ân’ın o mevzuyla alâkalı söylediklerini doğrular mahiyette olacaktır. En azından ilmî hakikatlerle onun arasında bir muaraza (çatışma) olmadığı görülecektir. Biz burada Kur’ân’ın, pek çok âyetiyle, küre-i arza ve semaya ait ilmî hakikatleri mücmel olarak fakat sarahate yakın bir keyfiyette ortaya koyacağına inanıyoruz.
Küre-i arzın dışına çıkıp onun hareketini anlama meselesi, Asr-ı Saadet’te bilinen bir husus değildi. Bu âyeti o günün insanı, kendi anlayışlarına göre nasıl anladı, ben onu bilemeyeceğim. Ancak fennin tespitlerini yanımıza alarak daha farklı şeyler söyleyebiliyoruz. Bu arada âyetin ifade ettiği mânâ, bugünün insanının anlayışıyla da sınırlı değildir. Gelecekte bilim, teknik ve teknoloji daha da geliştiğinde, bunlara yeni mülâhazaların ilave edileceği de açıktır. Yeter ki insanlar, Kur’ân’a yönelip, bütün güçlerini onu anlamaya sarf etsinler. Evet, insanlar, onu anlamayı hayatlarının gayesi hâline getirdikleri zaman, Kur’ân’ın keşfedilmemiş daha nice derinliklerinin açılacağı da muhakkaktır.
Güneş, ay, küre-i arz ve milyarlarca gök cisminin uzay boşluğunda belli yörüngelerde yüzüp gittiklerini 14-15 asır evvel biri kalkıp size söyleseydi ne düşünürdünüz bilemiyorum ama, bugün bedihiyyat türünden kabul edilen bu gerçek, o çağlarda Kur’ân’ın ortaya attığı hakikatlerdendi
Kur’ân-ı Kerim’in müspet ilimlere mücmel bir bakışı vardır. Bunun yanında ondaki cümle, kelime ve harflerin hususî konumlarının dikkati çekecek ölçüde açık-kapalı bir kısım hakikatlere işaret ettiği de bir gerçektir. Kur’ân bir muhit ilimden geldiği için bilim ve teknik hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın Hazret-i Furkân’ın icmâlî de olsa bu faikiyeti bir gerçektir. Evet o, ifadelerinde mucize olduğu gibi muhteva ve mazmununda da kuşatıcı ve aşkındır. Gerçi bu ilahi beyan bilimlerle alâkalı mevzularda teferruata girmez, ama bazen pek çok yeni tespit ve keşfin anahtarını size sunar ve çok uzun cümlelerle anlatılabilecek gerçekleri sadece bir veya yarım cümle ile hatta bazen üç-dört kelime ile kestirmeden ifade eder. Ama o, bu ifadelerinde öyle kelimeler seçer ki, müspet bilimin mukarrer birer kanun olarak ortaya koyduğu hususların hemen hepsini, hem de zihinlerde herhangi bir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek bir üslûpla işaretler.
Günümüzde bir siyaset adamının iki kelimelik sözü yediden yetmişe herkesi günlerce, aylarca meşgul ettiği ve ne demek istediği uzun uzun araştırıldığı hâlde, Kur’ân, bu seviyedeki bir insanın sözü kadar olsun kayda değer bulunmuyordu. Biz milletçe büyük bir günah işliyorduk.. şu anda ne yapıyoruz, onu da Allah bilir!.. Onun için, eğer bir an evvel tarifi nâkabil bu gaflet ve ihmalkârlığımızı aşmaz, genci-yaşlısı, kadını-erkeğiyle bütün bir toplum olarak Kur’ân’a yönelip, dikkat ve gayretlerimizi ona tevcih etmezsek, içine düştüğümüz bu vahametten kurtulmamız çok zor olacaktır.