
Başlangıçta Kur’ân-ı Kerim yine Kur’ân’la, ikinci derecede de Sünnet’le tefsir ediliyordu. Onun yorumlanmasında, Efendimiz’in her konuyla alâkalı açıklamaları, her zaman müracaat edilecek en güvenilir kaynaklardı ve ashab-ı kiram efendilerimiz de bu “menhelü’l-azbi’l-mevrûd”u çok iyi değerlendiriyorlardı. Aslında onlar büyük çoğunluğu itibarıyla kendi dillerinin inceliklerini iyi biliyorlardı ve takıldıkları çok fazla şey de olmuyordu. Açıklanmasına gerek duyulan şeylerin çoğu da ya vahy-i metlüvle beraber Sahib-i Şeriat tarafından ifade buyuruluyor veya onların sorularına cevap sadedinde yine ondan şerefsudur oluyordu.
Zamanla, bu mevzuda vârid olan bütün beyanlar, tavzihler, tefsirler bir araya getirilerek geniş geniş müdevvenler oluşturuldu ki, böyle bir gayretin esası ta bazı sahabe efendilerimize gidip dayanmaktadır. Tâbiûn döneminde bu tür faaliyetler daha da genişleyerek sürdürüldü ve sonraki asırlara oldukça ciddî bir miras intikal etti. Milâdî onuncu asırdan sonra Muhammed İbn Cerir et-Taberî gibi muhakkikîn tarafından bu miras çok iyi değerlendirildi ve koca koca müdevvenler meydana getirildi. İşte, Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet edilenlerin yanında, sahabe ve tâbiûndan hatta tebe-i tâbiînden nakledilen hadis ve eserlerin mecmuundan meydana gelmiş bu tür külliyat daha sonrakiler için hep sağlam bir kaynak teşkil etmiştir.