Barışın terzisi olmak, önce kendi hikâyeni dikmekten geçer.Kendi hikâyeni dikme sorumluluğunu almak, bireyi yaşama, yeryüzüne ve dönüşüme katar. Birey dönüşüme katılırsa, toplum da dönüşür — ama nereye doğru? Barışa, aşka, şefkate, iyiye ve güzelliğe doğru.
Peki, bu nasıl mümkün olur?Bu bölümde biz, “kendi hikâyeni dikmek” ne demek, bunu nasıl yaparız ve barış mücadelesinde nasıl yer alırız sorularını ele aldık.Bir hikâye üzerinden çözümleme yaptık, kendi deneyimlerimizi ve hikâyelerimizi sorguladık; böylece hem bireysel hem toplumsal dönüşümün yollarını tartıştık.
Bu dünya dehşetli fantezilerle dolu; biz ise bir karşı fantezi talep ediyoruz:Barışı, yaşamı, aşkı, sevgiyi, kahkahayı ve dansı savunan bir fantezi.
Bir örüntü oluşturarak devam ettiğimiz barış çemberimizin bu bölümünde bir karşı fantezi olarak barış savunuculuğuna, şiddetsizlik etiği ve siyasetine, birbirimize olan bağımlılığımıza ve yaralanabilirliğimize değiniyoruz.
Bu bölümle birlikte dört bölümlük bir arayışa adım atıyoruz.Aradığımız şey: Bir bebekten barış nasıl yaratılır?
Bu ilk durakta şu soruların etrafında dolaşacağız:Bebek kimdir? Barış nedir? Yaratmak ne demektir? Kim, neyi, nasıl yaratır?
Acelemiz yok. Çünkü gerçekliğimizde bir bebekten katil yaratan bir karanlıkla karşı karşıyayız.Bu karanlıkla mücadele etmek için her adımı sakin, her adımı bilinçli atmak zorundayız.
Zor da olsa buradayız.Çiçekteyiz, doğumdayız.Aydınlığı arama direncindeyiz.
Bu bir umut, evet.Bu bir sorumluluk, evet.Ama hepsinden öte, bu bir ontolojik çağrı.
Hepimize.
Gelin birlikte soralım:Bir bebekten barış yaratan o aydınlık nasıl olabiliriz?
Bir varlık ne zaman özne olur? Konunun merkezinde olmak, hakkında bahsedilen “şey” olmak onun özne olmasını sağlar mı? Ya da diyelim öznenin o olduğunda hemfikiriz peki öznenin de kendisi hakkında konuşma hakkı var mı? Ya da bizler bu tarz bir etik değerlendirme yapıyor muyuz? Bir şey hakkında ya da birisi hakkında konuşurken yargıda bulunurken “bir de onu” dinliyor muyuz? Bu bölümde görünmek meselesini ele aldık. Bir şeyin görülmesinin çeşitliliği, bu çeşitliğin bir zenginlik doğurabilecekken nasıl büyük bir hapishane yarattığını konuştuk. Ve tabii ki çoğulculuğa engel olan her şeyin faşizmle alakasını paylaştık.
Birgün uyandığımızda ne kedi olmakla ne terörist olmakla suçlanmayacağımızın bir garantisi yok. Damgalama sistemi harıl harıl çalışıyor, barış çemberi ise biz de çalışalım ve tanışalım diyor.
Sorumuz basit savaşın içinde barış olur mu? Bozuk düzenin içinde haklar tayin olur mu? Hakların tesisi için hakları tayin eden düzen de bir haktır. Bu bölümde düzendeki çarpıklığın şiddeti meşrulaştırması üzerine ve bunun çocuk haklarını bir tür boş göstergeye düşürmesine değindik. Çocukları barışçıl büyüme atmosferinden mahrum bırakan herkese biraz kırgın ve kızgın bir yerden saha notlarından sahici karşılaşmalardan selam getirdik.
“Andolsun incire ve zeytine” Zeytin ağaçlarının tanıklığından ne öğrenebiliriz? Zeytin ağaçları neden barışın sembolü, tufanı unuttukları için mi hatırlattıkları için mi? Bu bölüm barıştan yana olabilmek için unutmanın ve hatırlamanın sınırlarını gözden geçirdik, tekil hayatlardan ve zeytin ağaçlarından ilham aldık.
Hayaller ve gerçekler arasındaki ilişkinin bir yansıması haklar ve işkenceler! Burada ne olduğuna dair dikkatli bir sorgulama bekliyor bizi. Haklar ve ihtiyaçların arayüzünü incelemeye, haklar ve ödevler arasındaki anlaşmayı tartışmaya en nihayetinde de bu cendereden çıkmak için bir ihtimal olarak umut ve mücadeleye tutunmaya davet.
Barış isteğimizin savaşa hazırlığa ikna edildiği bir dünya burası. Savaş pratiğinde hayli de zengin bir birikime sahibiz ama barışa isteğimiz gerçekleşmedi gerçekleşmiyor. Savaş, savaşı, şiddet şiddeti doğuruyor. Şiddet döngüsü içinde kısılıp kalan hikayelerimize düşense sadece hayatta kalmaya çalışmak oluyor. Ama yaşamak sadece hayatta kalmaktan ibaret olmamalı, kimlik, esenlik, özgürlük ve daha bir sürü hakkımızı alarak yaşayabilmek için daha güzel bir yeryüzü için biraz da barışa hazırlıklı olmaya çalışmayı deneyelim mi?
Bir barış pratiği olarak buradayız, konuşuyoruz.
“İktidar, halkındır.” Belki de halkların her an yeniden yükseltmesi gereken bir sözdür bu. Peki bu söz nasıl yükselir? Bir halkın iktidarını elde etmek için vermesi gereken mücadeleler nedir, bu mücadeleyi barışçıl kılma pratikleri nelerdir? Daha önemlisi bir halk kimlerden oluşur ? Tüm bu soruları bir masalın etrafında yeniden soracağız bu bölümde.
Aktörler, hakkıyla oynayanlardır. Barışı sağlayan aktörler ise, sorular sorarak, konuşarak, diyaloğu koruyarak, öteki ile kendisini arasında gidip gelerek hareketi canlı tutarak oynayanlardır. Bu bölümde Ursula K.Le Guin’in ve Likya yolunun rehberliğinde, barışı sağlayanların özelliklerine ve barışı sağlayan aktörlere alan açan halklara dair bir sorular soruyoruz.
“Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır.” diye başlar Bab Aziz filmi. Yollar, sesler nereye gider? Kim korkar seslerin, yolların çokluğundan? Herkesin sadece kendi yoluna gelmesini isteyen diğer tüm yolları da kapar, sesleri de kısar, varlığa da zulmeder. Ama ferman padişahınsa, yollar bizimdir, sesler bizimdir, bu sebeple bizim yürümediğimiz yolları da, dinlemediğimiz seslerin de açıklığını savunmalı, varsa o sesle bir kavgamız açık açık onunla muhatap olmalıyız. Ama evvela kapatmaya itiraz, açıklığa eyvallah demeliyiz. Çünkü barış ancak apaçıklığın armağanı olabilir, apaçıklığın imkanı da açıklıktır.
Barıştan yana olmak devrimci bir tutumdur. Ursula’nın dediği gibi; devrimi yapamayız, alıp veremeyiz de, ancak devrim olabiliriz. İşte barışla olan ilişkimiz de böyledir, barış ya ruhumuzdadır ya da değildir, biz ancak barışın ta kendisi olarak yeryüzünde barış inşa edebiliriz. Barış olabilmek için de barışa dair tanımlarımızla yüzleşmeli, barıştan yana olmamıza mani olan şeyleri tespit etmeliyiz. Çünkü barış bize gelmez, biz barışa gideriz, barıştan yana olmak köklü bir eylemsellik gerektirir.
Konuşmak, canlılığın devamı, canlılık da anlaşmanın imkanıdır. Artık hakkında konuşmayı bıraktığımız şey donar, varlığımıza katılma imkanı yaşamla ilintili olmaz. Barış hakkında konuşmalıyız, çünkü barışın bu yaşama, yaşantımıza karışması ancak başka türlü bir yaşama imkanı açabilir bize. Barış hakkında konuşarak barışı diri tutma daveti bizimkisi.